Kıbrıs’ın kuzeyinde iktidar dalaşı, Aralık ayında yapılacak seçimlerin yaklaşmasıyla kızışıyor. Çok kabaca bir bölümlemeyle Kuzey Kıbrıs’ta siyasi hareketlilik ve kamplaşma esas olarak iki temelde yükseliyor.
Kamplaşmalardan birisi, yıllardır uyguladıkları statükonun sürdürülmesini savunan Denktaş ve kliği çevresinde oluşuyor. Bu kesimin arkasında, Kuzey Kıbrıs’ı “barış” adına işgal ederek 29 yıldır denetimi altında bulunduran Türk hakim sınıfları var.
Türk hakim sınıfları, adada varlıklarını ve çıkarlarını, siyasi planda, işgal sonrasında oluşturdukları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kukla devleti üzerinden, bu devletin başına “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla getirdikleri, gerçek görevi sömürge valiliği olan Rauf Denktaş ve onunla Türk devletinin adadaki çıkarlarını savunma konusunda amaç ve işbirliği içinde olan kesimler, parti, kurum ve kuruluşlar üzerinden sürdürmeye çalışmakta; bu güçlere statükonun savunulması, sürdürülmesi konusunda ekonomik, siyasi ve diplomatik destek vermektedirler.
Derviş Eroğlu başkanlığındaki Ulusal Birlik Partisi (UBP) ile Serdar Denktaş başkanlığındaki Demokrat Parti (DP) statükonun savunulması ortak paydasına sahip olan bu akımın öne çıkan partileri.
Adanın kuzeyindeki siyasi bölünmede statükoyu sürdürme tavrı içindeki güçlerin karşısında anda esas olarak çözümü Annan Planı temelinde, AB çerçevesinde düşünen “statüko karşıtı” güçler var. Annan Planı’nın öngördüğü biçimde birleşik Kıbrıs olarak AB üyeliği temelindeki “çözüm”ü savunan bu kesimin siyasi planda savunuculuğunu Mehmet Ali Talat başkanlığında Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), Mustafa Akıncı başkanlığında Barış ve Demokrasi Hareketi Partisi (BDHP) ve yeni kurulan Ali Erel başkanlığındaki Çözüm ve Avrupa Birliği Partisi (ÇABP) yapıyor.
Dikkat edilirse bu siyasi ayrışmada Kuzey Kıbrıslı sosyalist güçler kendi adlarıyla, bağımsız partileriyle yer almıyorlar. Bu, Kıbrıs’ın kuzeyinde devrimci, sosyalist, komünist güçlerin olmadığından kaynaklanmıyor… Hayır, Kuzey Kıbrıs’ta sosyalizmi savunma iddiasını taşıyan Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP) isimli bir parti var ve bu parti siyasi bir güç olarak Aralık 2003 seçimlerine de katılacak. Ama kendi adıyla değil: KSP seçimlere Barış ve Demokrasi Hareketi Partisi (BDHP) çatısı altında katılacak.
Biz bu yazımızda Kuzey Kıbrıs siyasi hareketi içinde yeralan ve seçimlere Barış ve Demokrasi Hareketi Partisi (BDHP) çatısı altında katılacak olan Kuzey Kıbrıslı sosyalistlerin “çözüm” konusundaki görüşleri ve Aralık 2003’te yapılacak seçimlere ilişkin tavırları üzerinde durmak istiyoruz. Bunu yaparken Kuzey Kıbrıslı sosyalistlerin görüşlerini aktardıkları temel belgelere, KSP’nin görüşlerinin propagandasını yapan Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek (KSG) gazetesindeki kimi makalelere başvuracağız.
Barış ve Demokrasi Hareketi Partisi (BDHP) ne için kuruldu?
AB üyeliği temelinde ve Annan Planı çerçevesinde çözüm yanlısı Kuzey Kıbrıs muhalif güçlerinin bir bölümü 2002’de yapılan AB mitingleri ertesinde sürece daha aktif ve etkin katılabilmek amacıyla güçlerini birleştirme kararı alarak 28 Haziran 2003’te Barış ve Demokrasi Hareketi’ni (BDH) kurdular. TKP, KSP, BKP gibi partilerle bir dizi sendika, dernek gibi örgütler, kimi yazar, aydın ve sanatçılar bu hareketin içinde yeraldı. Hareketin başkanlığına getirilen eski TKP Genel Başkanı Mustafa Akıncı’nın kamuoyuna sunduğu kuruluş bildirgesinde ortak payda, “Çözüm ve AB’ye evet, seçim değil referandum!” biçiminde açıklandı. Yine bu hareketin “solda birlik hareketi olmadığı”, “içinde sol partiler olmakla birlikte bu hareketin asıl halkın birliği olduğu”, “katılınacak seçimlerin, gaspedilen referandum hakkının geri alınması olarak kavrandığı” da hareketin temel çıkış noktaları olarak kamuoyuna açıklandı.
Bu hareket seçimlere katılabilmek için daha sonra partileşerek Barış ve Demokrasi Hareketi Partisi (BDHP) adını aldı. Kendisi ile yapılan bir röportajda BDHP Başkanı Mustafa Akıncı partileşme süreci ve amaçları konusunda şunları söylüyordu:
“İdeolojik farklılıkların ötesinde, bizi birleştiren çok geniş bir payda olduğunu; Kıbrıs sorununa çözüm ve Avrupa Birliği (AB) isteyenlerin birlikte hareket etmesi gerektiğini düşünen bir inisiyatif olarak ortaya çıktık. Ancak seçimlere katılmak için partileşmek gerekiyordu; bildiğiniz gibi geçen günlerde bakanlığa başvurarak yasallaştık.
Partimizin amacı bellidir: Aralık seçimlerinde, çözüm ve AB yanlılarının Meclis’te çoğunluğu elde etmelerini sağlayabilmek. Yeni bir görüşme heyetiyle, Annan Planı zemininde çözümü sağlamak ve Mayıs 2004’te AB’ye birleşik bir Kıbrıs olarak girmeyi temin etmek.” (KSG, sayı 102, sayfa 11) (abç)
Evet, BDH partileşerek seçim hazırlıklarına başladı. Şimdi Kıbrıs’ın kuzeyinde Aralık 2003’te yapılacak seçimlere hazırlık dönemi yaşanıyor ve içinde KSP’nin de bulunduğu BDHP seçimler için çalışmalar yürütüyor.
BDHP’nin referandum hakkının geri alınması olarak kavradığı ve propagandasında bu noktayı öne çıkardığı seçimler bağlamında sorun BDHP içindeki diğer kimi parti, kurum ve kuruluşların ne düşündüğünden öte (elbette ki bu da bir sorundur ama öncelikle) Marksizm-Leninizm adına, sosyalizm ve komünizm adına konuşan KSP’nin tavrıdır. KSP, diğer parti, grup ve örgütlerle oluşturduğu BDHP çatısı altında kendisini diğerlerinden ayırmak bir yana, ortaya konulan çerçevenin savunulması ile sınırlamakta, bu haliyle gerçek ve kalıcı çözümü AB çerçevesinde, emperyalistlerin Annan Planı görmekte ve kitlelerin bu temelde seçimlere katılmasını propaganda etmektedir.
Kendisini diğerlerinden ayırmadığı ve ayırımsız bu partinin belgelerinin propagandasını yaptığı noktada BDHP’nin belgeleri KSP’nin de belgeleridir. Bu belgelere ve KSP’nin görüşlerini yansıtan KSG gazetesinde yayınlanan yorumlara gözattığımızda gerek çözüm konusunda, gerekse seçimler bağıntısında Kuzey Kıbrıslı sol-sosyalist güçlerin büyük yanlışlar içinde olduklarını görüyoruz.
Nedir bu yanlışlar?
Annan Planı çerçevesinde, AB üyeliği temelinde bir çözüm, gerçek ve kalıcı bir çözüm değildir!
BDHP’nin kuruluş sürecinde ortaya konan amaçlar “Barış ve Demokrasi Hareketinin Kuruluş Bildirgesi’ne şöyle yansımıştır:
“Tarihimizde görülmemiş büyüklükte katılımlarla dört kez İnönü Meydanı’nda biraraya gelen halkımızın ortaya koyduğu ve dünyaya duyurduğu istence uygun olarak, biraraya gelmiş ve aşağıdaki hususları açıklamaya karar vermiş bulunuyoruz:
1- Halkımızın beklentisi Kıbrıs’ta kalıcı barışa ulaşılması ve AB üyeliğinin gerçekleşmesidir.
2- Kıbrıs’ta kalıcı barışa çözümsüzlük felsefesi ile statükoyu muhafaza ederek değil, her iki tarafın hak ve çıkarlarını dengeleyen Annan Planı temelinde bir çözümle ulaşılacaktır.
3- Hedef 1 Mayıs 2004 öncesinde planda öngörülen çözümü sağlamak ve birleşik bir Kıbrıs’ın AB üyeliğini gerçekleştirmektir.
(…)
5- Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesi ve Türkiye’nin AB üyeliği yolunun açılması için Kıbrıs’ta çözüm zorunludur.
(…)
7- Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH), halkımızın bu talebini yerine getirmek, çözüm ve AB yanlılarının Aralık 2003 seçimlerinde birlikte hareketini ve başarısını sağlamak, seçim sonucunda barış yanlısı yeni bir görüşmeci heyeti ile çözüm ve AB hedefini gerçekleştirmek için oluşturulmuştur.
Kıbrıs’ta barış, demokrasi ve insan haklarını savunanlar; siyasal eşitlik içinde ve Annan Planı temelinde çözüm ve AB üyeliğini destekleyenler; iki toplumun refah ve huzur içinde yaşamasını, Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesini, Türkiye’nin AB yolunun açılmasını önemseyenler; Kıbrıs Türkü’nün kendi kendini yönetme erkine değer verenler; Kıbrıs’ta sadece kendi tarafının değil, diğer tarafın da acı çektiği bilincinin yerleşmesinin anlamını kavrayanlar için şimdi birlikteliğin zamanıdır. Şimdi, Aralık 2003 seçimlerini Çözüm ve AB yolunda bir referanduma dönüştürmenin zamanıdır. Çağrımız buna inanan herkesedir.”
Bildirgeden aktardığımız bölümde amaca ilişkin, çözüme ilişkin ortaya konan görüşler en iyi ihtimalde iyi niyet beklentileridir.
Kısa noktalar halinde söylenenleri irdeleyelim…
“Kıbrıs’ta kalıcı barışa AB üyeliğinin gerçekleşmesi, Annan Planı temelinde bir çözümle ulaşılacaktır.” Söylenenlerden birisi budur.
KSP’nin de içinde yeraldığı BDHP’nin çözüm olarak ileri sürdüğü bu çözüm “kalıcı barışı getirmez; bu çözüm sorunun gerçek yaratıcıları olan emperyalistlerin çizdiği, sistem içi bir çözümdür, gerçek çözüm değildir.
Neden?! Gerçek çözüm emperyalist burjuvazinin işareti doğrultusunda, onların denetiminde, onların uşaklarının hakimiyeti şartlarında gerçekleşemez.
Kıbrıs sorunu denilen sorun, özünde çözülmemiş bir ulusal sorundur. Ulusal sorun emperyalizm ve proleter devrimleri çağında –kapitalizmin geliştiği, yükseldiği çağın tersine– tek tek uygar, gelişmiş ulusların uluslaşması, burjuvazinin önderliğinde ulusal devletini kurması ile çözülen bir iç sorun, özel bir sorun olmaktan çıkmış; uluslararası genel bir sorun haline, “sömürge ve bağımlı ulusların emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluş genel sorunu, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları, sömürge devrimleri sorunu” haline gelmiştir.
Emperyalizm çağında ulusal sorun, proleter dünya devrimi sorununun bir sorunu, tek tek ülkelerde ancak proleter dünya devriminin parçası olan devrimlerle gerçekten çözülecek bir sorun haline gelmiştir. Bu demektir ki: Çağımızda ulusal sorun, ya proletarya önderliğinde emperyalizme karşı yönelen antiemperyalist, demokratik –veya sosyalist– devrimlerin parçası olarak, onların sonuçlarından biri olarak gerçekten çözülür; ya da bunun gerçekleşmediği koşullarda varlığını sürdürür, yeni ulusal çatışmalara, savaşlara yolaçar.
Kıbrıs'ta çözümü emperyalist burjuvazinin işareti doğrultusunda, onların denetiminde, onların uşaklarının hakimiyeti şartlarında çözümü Annan Planı, AB üyeliği vs. “çözümlerde aramak en iyi deyimle saflıktır. Hele hele bu “sol”culuk, “sosyalistlik” vb. adına yapılıyorsa daha da kötüdür.
Burjuvazinin iktidarı şartlarında bütün ulusal sorunlarda olduğu gibi, Kıbrıs’ta da tek gerçek çözüm vardır:
Proletarya önderliğinde, emperyalizme bağımlılık zincirinin bütün biçimlerini kırıp atacak devrim! Bu devrim, Kıbrıs’ın bugünkü şartlarında kuzeyde faşist Türk devletinin işgalini kaldırıp atacak, diğer bölgelerde tüm yabancı askeri güçleri kovacak, ülkenin tam demokratikleştirilmesini ve tam bağımsızlığını sağlayacak ve sosyalist devrim, sosyalizm için yolu açacak anti-emperyalist, demokratik devrim olacaktır! Ancak böyle bir devrim içinde ve devrim yoluyladır ki, değişik ulusların ve milliyetlerin barış içinde yanyana yaşamalarının şartları yaratılabilir, ulusal sorun gerçekten çözüm yoluna girer, ulusal baskı ortadan kaldırılır, ulusların özgür birliğinin yolu açılabilir. Bunun dışındaki hiçbir çözüm, gerçek çözüm değildir.
Kıbrıs’ta kalıcı ve gerçek çözüme ilişkin söylediğimiz bu gerçekleri, doğruları Lenin’i, Stalin’i, sayfalarında haklı olarak sahiplenip savunan KSP’li dostlarımız da biliyorlar. KSP’li dostlarımız bu doğruları bilmekle kalmayıp pragramatik belgelerinde de bunlara vurgu yapıyorlar. Örneğin KSP’li dostlarımız asgari programlarının girişinde şunları yazmışlardır:
“Bir yandan büyük emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının, diğer yandan bölgesel ve yerel burjuvaların çıkar çatışmalarının küçücük bir adada iç içe geçmesi şartlarında burjuvazinin hakimiyeti ve bu hakimiyet üzerinden büyük ve bölgesel güçlerin çıkarlarının adamızda korunması siyaseti sürdüğü müddetçe Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkinin barışçıl ve dayanışmacı bir örgütlenişi imkânsızdır. Kıbrıs sorununun çözümü imkânsızdır.
Dolayısı ile Kıbrıs Sosyalist Partisi programı tüm Kıbrıs’ta yerel burjuvazinin yenilgiye uğratılması, emperyalizmin zincirinin Kıbrıs’ta kırılmasını Kıbrıs sorununun çözümü için şart görür…” (Kıbrıs Sosyalist Partisi Kuruluş Bildirgesi – Program – Tüzük, KSP Yayınları, Mayıs 2003, sayfa 15)
Söylenen bu… Ama yapılan başkadır: Kıbrıs’ta kalıcı çözüm Annan Planı çerçevesinde, AB’ye üyelik temelinde aranmakta, böylece hem kendi tavırlarıyla çelişmekte hem de yanlışa düşmektedirler. KSP, programında dile getirdiği doğru görüşlere sahip çıkıp bu doğru görüşler temelinde bir pratik sergileyeceğine, tam da programında dile getirdiği doğruların tersine hareket edip emperyalist çözüm önerilerine destek sunmaktadır.
Bunun birden fazla nedeni vardır. Bunlardan birisi taktik adına yapılan yanlıştır.
Taktik, taktik olmaktan çıkıp strateji haline gelmiştir!
KSP’nin programatik düzeyde kimi doğruları savunması ve ama buna rağmen pratikte AB üyeliği ve Annan Planı’nı “Kıbrıs sorununun kalıcı çözümü” olarak görüp göstererek bunun propagandasını yapma, bu “kalıcı”(!) “çözüm”e varmak için referandum olarak algıladıkları seçimleri “umut” görüp gösterme yanlışlarına düşmesinin temelinde strateji ile taktik arasındaki ilişkiyi doğru kuramaması yatmaktadır.
KSG gazetesi 100. sayısında “Annan Planı Strateji ve Taktik” başlığı altında bugüne kadar izledikleri çizgiyi değerlendiren / gerekçelendiren, strateji ile taktik arasındaki yaklaşımlarını Kıbrıs’ta yaşanan pratik tutum ve tavırlarla bağ içinde ele alan bir değerlendirme yazısı yayınladı. Bu yazının ilk bölümde “Strateji” başlığı altında iki temel strateji olduğunu –A) Anti-emperyalist birleşik cephe hükümetinin elde edilmesi ve onun üzerinden anti-emperyalist birleşik cephe hükümeti programının uygulanması, B) Birleşmiş Milletler çatısı altında, federal ve Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs stratejisi– söyleyerek birinci stratejiyi, yani kendi stratejilerini, yaklaşımlarını açımlıyorlar. Yazının ikinci bölümü ise “Taktik” başlığını taşıyor ve reformist sol ile hesaplaşma içinde KSG’nin izlediği taktiğin ana hatları ortaya konuyor, aşamalar ve izlenen politikalar ile bu aşamalar sonrası elde edilen kazanımlar üzerinde duruluyor.
Yazının ilk bölümünde mevcut durum, kimi doğrular –yukarıda da değindiğimiz üzere– stratejik temelde ortaya konulurken, yazının ikinci bölümünde ortaya konulan kimi doğru görüşler taktik adına düzleniyor; bir dizi noktada strateji ile taktik arasındaki farklılıklar siliniyor, taktik stratejinin yerine geçiriliyor.
Strateji bölümüne ilişkin iki noktaya değinmek istiyoruz:
Bunlardan birisi “Anti-emperyalist birleşik cephe hükümeti” siyaseti… Dostlarımızın Kıbrıs’taki stratejik hedefi budur.
İkinci tespitte ise dostlarımız;
“B) Birleşmiş Milletler çatısı altında, federal ve Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs Stratejisi
Bilindiği gibi biz bu stratejiye burjuva-emperyalist çözüm önerisi, burjuva-emperyalist strateji diyoruz. Stratejileri bu olan partilere de burjuva-emperyalist kampta olan partiler diyoruz.” (Annan Planı Strateji ve Taktik başlıklı yazı, KSG, sayı 100, sayfa 9)
diyerek ikinci stratejiyi belirtiyor ve bu strateji hakkında doğru bir tespitte bulunuyorlar.
Peki KSG’li dostlarımız, kendilerini, “stratejisi bu olan partilerden” ayırıyorlar mı acaba? Tespit ettikleri reformizmin stratejisi ile aralarına koydukları bir sınır var mı?
Bu soruya, yazının taktikle ilgili ikinci bölümünü okuduktan sonra, “diğer sol partilerin” reformizmine destek verildiği, sözkonusu reformist partilerle KSG arasında bir sınır konmadığı cevabını verme durumundayız. KSG bu makalede salt strateji ile taktik arasındaki ilişki bağlamında değil, parti inşasından, kitle çalışmasına kadar bir dizi noktada yanlış bir hat izlemektedir.
Örneğin “birliği sağlama adına” reformizme destek sunuluyor. Yazıda şöyle deniyor:
“İkinci (taktik / BN) aşama kendi içinde üçe ayrılır.
A) Bunlardan birincisi, Bu Memleket Bizim Partisi (3) önerimiz dönemidir. Bu dönemde diğer sol partilerimiz saflarında ele alınan stratejik hedef temelinde çalışma yürüten devrimci unsurlar hedef alınmıştır. Onlara, bu öneri (Kıbrıs sorununu burjuva-emperyalist çerçevede çözmek) stratejik bir hedef olarak ele alındığında, Kıbrıs işçi sınıfını ve devrimcilerini birleştirmenin imkânsızlığını, böylesi bir burjuva temelde bu işin imkânsızlığını göstermek temel alınmıştır. Bu nedenle de, tüm sol partilerimize şu öneri getirilmiştir: Geliniz hep birlikte bu önerinizi detaylı bir öneri haline getirelim. Bizi bırakınız, siz ki bu öneri temelinde stratejik bir çalışma yürütüyorsunuz, siz bir araya geliniz ve bu önerinizi somut, detaylı bir şekle sokunuz. Biz sizleri destekliyeceğiz. Bu ortak öneriyi Kıbrıs halkına sunalım, seçimleri kazanarak hep birlikte hayata geçirelim.” (agb)
Görüldüğü gibi KSG’li dostlarımız, kendi stratejik hedefleri doğrultusunda birlik zeminini oluşturma çalışmasını bir kenara bırakıyor, reformist partilerin Kıbrıs sorununu burjuva-emperyalist çerçevede çözme stratejisi temelinde birleşmeye çağırıyor; onlara destek sunuyor. Bununla da kalmıyor KSG’li dostlarımız; reformist-sol partilerin birliğe yanaşmadıklarını gösterme adına, birliği sağlamak için taviz adına, “dar ve sekter olmama” adına “herşeyi yapmaya hazır” olduklarını ilan ediyor. Şöyle diyorlar:
“KSG kendi stratejisinde ısrar ederek, reform aşamalarını atlayarak, herkesi dıştalayarak hareket eden dar ve sekter bir siyaset değildir. Birlik için tavize hazırdır. Birlik için herşeyi yapmaya hazırdır. Birliğe hazır olmayan KSG değil, diğer sol partilerimizdir.” (agb) (abç)
Taktik adına, birlik adına, “seçimlerden başarıyla çıkmak” adına stratejiye vurulan bir darbe değildir de nedir bu söylenenler?
Bir yandan “Birleşmiş Milletler çatısı altında, federal ve Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs Stratejisi”ni “burjuva-emperyalist çözüm önerisi, burjuva-emperyalist strateji” olarak ilan edeceksin, bunu savunan partileri “burjuva-emperyalist kampta olan partiler” olarak değerlendireceksin; diğer yandan bu partilerle “taktik” adına stratejini bir kenara koyarak işbirliğine gidip “birlik için” herşeyi yapmaya hazır olduğunu açıklayacaksın!
Bu taktik marksist-leninistlerin taktiği değildir, olamaz, olmamalıdır. Marksist-leninistlerin taktiği stratejiden taviz vermek, birlik adına karşı cephenin stratejisini savunmak, ona destek vermek vs. değildir. Marksist-leninistler için taktik “anlık çıkarlara tabi olamaz, dolaysız siyasal etki mülahazalarını kendine kılavuz almamalıdır, sağlam zeminden ayrılıp havada şatolar ise hiç mi hiç kurmamalıdır – taktik, stratejinin hedef ve olanaklarına uygun olarak inşa edilmelidir.” (Stalin, Eserler Cilt 5, İnter Yayınları, sayfa 145)
Taktiğin görevi, Kıbrıslı dostlarımızın yaptığı gibi reformist siyaset temelindeki bir birliği sağlama, seçimlerden başarı ile çıkma, Annan Planı ve AB üyeliği temelinde bir çözüm için çalışmayı önüne koymak, bu arada stratejiyi “unutmak”, “unutturmak”, “onun önüne geçmek” değil; “herşeyden önce, stratejinin yönergelerini kılavuz edinerek ve bütün ülkelerin işçilerinin devrimci mücadelesinin deneyimlerini göz önüne alarak, her verili anda somut savaş durumuna en uygun mücadele biçim ve yöntemlerini saptamaktır.” (Stalin, Eserler Cilt 5, İnter Yayınları, sayfa 145)
Marksizm-Leninizm’in bu yaklaşımına göre Kuzey Kıbrıs’ta taktiğin “anti-emperyalist, demokratik devrim” temel hedefine hizmet etmesi gerekirdi. Ama bu bir kenara bırakılmıştır; devrim amacı yerini reformlar için mücadele amacına bırakmıştır. Reformist taktik stratejinin yerine geçirilmiştir.
Stratejiye vurulan darbe yukarıda aktardıklarımızla sınırlı değil KSG’li dostlarımızın yazısında… Örneğin Kuzey Kıbrıs’ta “birliğe” giden yolda üçüncü taktik aşama için ise şunlar söyleniyor:
“C) Bunlardan üçüncüsü içinde bulunduğumuz aşamadır. Lahey’de anlaşmanın imkânsızlaşması, ‘şöyle bir denenen’ kitlelerin referandum çabasının engellenmesi sonrasında Aralık 2003 seçimlerinin referanduma dönüştürülmesi sloganı etrafında tüm çözüm taraftarı güçlerin birleştirilerek, halkın desteği üzerinden hareket ederek, bu destekten aldığı güçle anlaşmayı yapacak bir iktidarın seçimleri kazanarak elde edilmesi dönemi.”
Burada da stratejinin nasıl halledildiğine şahit oluyoruz… Öyle ya, bir yandan emperyalist çözüme karşı çıkılacak, “anti-emperyalist birleşik cephe hükümeti” (bunu bir an olsun sorun yapmayalım; ya da demokratik devrim perspektifi imiş gibi algılayalım!) stratejik hedef olarak konulacak; ama diğer yandan emperyalist “çözüm” planı için “taktik” adına seçimlere katılınarak iktidar kazanılacak, bu iktidar emperyalistlerle oturup anlaşma yapacak!
Hangi anlaşma diye sormamıza gerek yok… Dostlarımız bunu bilmiyor değil… Kimlerle diye sormamıza da gerek yok… Dostlarımız bunu da biliyor. Ama buna rağmen “kalıcı çözüm sağlayacağına inandıkları” seçim çözümüne bel bağlıyor, bunu taktik adına gerekçelendiriyorlar.
Bu olmaz… Marksist-leninistler, gerek reform-devrim ilişkisinde, gerekse seçimlere karşı yaklaşımlarında belirli ayrım noktalarını koymak, yığınlara sistem içinde bir çözümün gerçekleşemeyeceğini propaganda etmek görev ve yükümlülüğüne sahiptirler. İzleyecekleri taktik de buna uygun olmak zorundadır.
Bunu yapmıyor KSG’li dostlarımız! Bunun yerine çok daha kazançlı buldukları “taktik”lere sarılıyorlar… Peki ne kazanmıştır KSG’li dostlarımız, bu çok “taktik” siyasetle? Yanıtını “eskiden–şimdi” ilişkisi içerisinde kendileri veriyor; “dikkate alınmayı”, “kabul görmeyi” kazanç hanelerine yazıyorlar…
Evet KSG’li dostlarımız kendilerini “dikkate alanların”, “değer verenlerin” reformist, düzen içi siyasetlerini savundukları, bu siyaset temelinde çalıştıkları için; bu yolda devrim düşüncesinden uzaklaştıkları için reformist-sol partiler nezdinde, emperyalist çözümlere adapte edilmiş halk nezdinde kabul görmeye başlamışlar!
Evet ama bu ne pahasına oluyor? Stratejik mevziden uzaklaşma pahasına oluyor bütün bunlar!
Gerçekte olan, KSG’li dostlarımızın kazancı değildir. Eğer onlar şimdi eskisi gibi dışlanmıyorlarsa, sözkonusu güçler KSG’nin düşüncelerine yakınlaştığı için değil, KSG’li dostların kendilerini sözkonusu güçlere eklemlemeleri, onların siyasetini savunmaları sonucudur. Reformizmi, burjuva çözüm çerçevesindeki siyaseti savunduğunuzda, kuşkusuz sözkonusu siyasetin savunucuları sizi dıştalamaz! Dostlarımız işin bu yanını hiç sorgulamıyorlar.
Kazanım diye sunulanların gerçekten “kazanç mı, kayıp mı” olduğunu dostlarımız bir kez daha düşünmelidirler!
Ehven-i şer şerlerin en kötüsüdür!
KSG’li dostlarımızı stratejik hedeften uzaklaştıran, onları çözüm adına çözümsüzlüğü savunmaya iten nedenlerden bir diğeri “ehven-i şer”, yani kötünün içinde daha az kötü olanı tercih etmektir. Bunun bir örneğini yine sözkonusu “Annan Planı Strateji ve Taktik” başlıklı yazıdan aktardığımız son alıntının devamında söylenenlerde görmek mümkündür.
KSG’li dostlarımızın her “taktik” döneminin sonunda kazanımları sıraladıklarını söylemiştik. Son aktardığımız bölümün kazanımı şöyle olmuş:
“Bu dönem birleşme, birleşerek örgütlenme, birleşerek-örgütlenerek seçimleri kazanma, seçimleri kazanarak sırtını halkın aktif desteğine dayamış bir iktidar olma, ve böylece burjuva-emperyalist şartlarda bir iyileşmeye tekabül eden anlaşmayı elde etme fikrinin tüm düşmanlarına karşı savunulması dönemidir.”
Burada sadece stratejiden sapmakla kalınmıyor, mevcut kötüler içinde iyinin tercih edildiği de açıkça söyleniyor. Kısaca “ehven-i şer” siyasetin temeli yapılıyor. Evet, AB üyeliği, BM şemsiyesi temelinde bir çözüm andaki statükodan daha iyi bir çözümdür. Ama bu çözümün “gerçek çözüm” olmadığı, olmayacağı programatik belgelerde de KSG’nin kabul ettiği bir düşünce değil midir? Öyleyse bu düşünce için birlikler kurup seçimlere girmek, bu düşünceyi eleştirmeden olduğu gibi propaganda etmek, sahiplenmek (örneğin BDHP Bildirgesindeki ifadeler hatırlansın!) nasıl bir politikadır?!
Bu noktada da marksist-leninistler, kötünün içinde iyinin peşinde gideceklerine, onun propagandasını yapıp mevcut sistemi güçlendireceklerine, reformizme destek verip kitlelerin mücadelesinin reformist siyasete peşkeş çekilmesine “destek” sunacaklarına; dahası bu reformist siyasetin bir parçası olacaklarına… şerlerin karşısına kendi doğru alternatifleri ile çıkmak görev ve sorumluluğuna sahiptirler.
KSG’nin doğru siyasetin savunuculuğunu üzerlenmesinin, bu siyaset temelinde kitlelerin örgütlenmesine çalışmasının bir görev olarak önlerinde durduğunu vurgulamakla birlikte, bugün bu siyasetin ve bu siyaset temelinde yürütülecek pratiğin –Kıbrıs’ta, özellikle adanın kuzeyinde kitlelerin nasıl bir siyasetin peşinden alanlara indikleri bilindiğinde– kısa vadede başarı kazanma şansının zayıf olduğunu da belirtmek, gerçekçi davranmak durumundayız.
Evet, bugün marksist-leninist siyasetin dünya çapında olduğu gibi Kuzey Kıbrıs’ta da fazla bir çekiciliği yoktur…
Evet, bugün böyle bir siyasette direnmenin, doğruların savunucusu olmanın bedellerinden birisi de dışlanmaktır, dikkate alınmamaktır vs. vb.
Bunlar olgudur. Ama bu olgulardan çıkarılması gereken ders, doğruları savunmaktan vazgeçmek, stratejiden uzaklaşmak, burjuva plan ve programların, sahte çözüm önerilerinin gerçekleşmesi için mücadeleye sol, sosyalizm, komünizm adına destek vermek; emperyalistlerin kitlelere empoze ettiği reformist siyaset temelinde “dikkate alınmak” için ilkesiz “birliklere girmek”, “örgütü sağlamlaştırma” adına reformist taktiklere sarılmak… vs. olmamalı idi, olmamalıdır.
Buradan çıkarılması gereken ders, emperyalizmin sahtekârlıklarını teşhir etme, gerçek ve kalıcı çözüme vurgu yapıp reformizmin maskesini düşürme ve kitlelerin ham hayaller peşinde koşmasına / koşturulmasına karşı mücadele yürütme, sağlam bir örgüt çekirdeğini yaratma, bu çekirdek üzerinden işçi ve emekçiler arasında devrimci çalışmayı örgütleme vs. olmalıydı. Biliyoruz ki; doğruların savunulmasında diretilmesi, uzun vadede kalıcı başarıların kazanılmasının garantisidir.
Ama dostlarımız bunu yapmamış; taktik aşama diye adlandırdıkları dönemlerde, “taktik” davranma adına gerçek amaçlarından uzaklaşmışlardır, reformist siyasetin kuyruğuna takılmışlardır.
“Taktik” başlığı altındaki son bölümde, andaki duruma ilişkin şunlar söylenmektedir:
“III- Şu anda çalışmalarımızın eksenini Annan Planı’nın elde edilmesi için tüm halk güçlerinin birleştirilmesi, Aralık seçimlerinin çözüm taraftarlarıyla çözüm karşıtları arasında bir referanduma dönüştürülmesi, bu yöndeki çabalara doğrudan veya dolaylı zarar veren tüm parti, sendika, örgüt önderleri ve yazarların halk saflarında teşhiri ve tecridi oluşturmaktadır. Bu çalışmada partimiz ve yoldaşlarımız hiçbir sekterliğe düşmeden, hiçbir şekilde bölücü bir tavır ortaya koymadan, birliği elde etmek için tüm fedakarlığa katlanarak, pratik olarak bu anlaşmanın elde edilmesine zerre kadar zarar vermeyerek bir çalışma yürütmelidirler.
Çözüm taraftarı kitleler saflarında birlik ve örgütlü çaba fikrini yaymak, tüm çözüm taraftarı kesimi birleştirmek ve örgütlemek, bu çabaya zarar verenleri ise teşhir ve tecrit etmek için bu çalışma tarzı elzemdir. Annan Planı elde edilirse bizim çabamızın bundaki rolü bilinmelidir. Annan Planı elde edilmezse bu sonuçta bizim hiçbir hatamızın olmadığı da bilinmelidir.
Bilinsin ki taştan su sıkılmaz!
Yaşasın anti-emperyalist birleşik cephe hükümeti!
Yaşasın komünizm!” (agb)
Görüldüğü gibi, KSG’li dostlarımız yanlışları anda sürdürmektedirler, sürdürmekten de yanadırlar. Neydi yanlışlar? Kendi bağımsız siyasetinin, devrim stratejisinin propagandasını yapmamak, bunun yerine “emperyalizmin - kapitalizmin stratejisine” onay vermek; devrim stratejisi temelinde kitleleri örgütlemek, devrim mücadelesini güçlendirmek yerine, reformist siyasetin kuyruğuna takılmak; bu siyaseti “taktik” adına gerekçelendirmek… Yukarıda aktardığımız bölümde de anlatılanlardan bu yanlışları –bir kez daha– görmek mümkün…
Annan Planı’nı “kalıcı çözüm” olarak görüp, göstermek; bu emperyalist çözümün elde edilmesi için çalışmak… Yani emperyalist bir çözüm önerisine destek vermek! Bunun “kötünün iyisi siyasetiyle” açıklandığına dikkat çektik…
Bu reformist planın gerçekleşmesinin bir aracı olarak Aralık seçimlerini “çözüm isteyenlerle çözüm istemeyenler arasındaki bir referanduma dönüştürme” planı… Bu; a) elde edilmek istenen “çözümün” nasıl bir çözüm olduğunu gözlerden gizlemeye yaramakla kalmıyor; b) kitlelere gerçek çözümün seçimlerle –referandumla– kazanılacağı yanlış bilincini de taşıyor…
Birliğin
korunması adına,
a) birliğin nasıl bir birlik, hangi amaçlar etrafında bir birlik
olduğu gözlerden gizleniyor; ilkesiz birliğin, yanlış amaçlar
etrafında yapılan birliğin sürdürülmesi yanlış siyaseti
sürdürülüyor; bunun için her türlü tavizin verileceği söyleniyor
ve bu “bölücü ve sekter olmama” vs. ile gerekçelendiriliyor;
b) çözüm taraftarı kesimi birleştirmek ve örgütlemek ile yine
fasit dairede “başlangıç noktasına”, “birliğin hangi temelde,
nasıl bir çözüm etrafında gerçekleştiği” noktasına geliniyor.
Emperyalist çözümlere onay vermek, bunlar için çalışma yürütmek, ilkesiz birliklere gitmek, kalıcı çözümü seçimlerle elde etmek vs. gibi, taktik olarak gerekçelendirilen bir dizi şey sıralandıktan, bütün taktik reformist temele oturtulduktan sonra “Yaşasın anti-emperyalist birleşik cephe hükümeti!” “Yaşasın komünizm!” demekle stratejinin savunulamayacağı üzerine KSG’li dostlarımız düşünmelidirler.
Biz bunları şu söylenenlerin de bilinciyle, bilgisiyle söylüyoruz…
“Kıbrıs’ta adaletin, barışın ve özgürlüğün ne BM’den ne de AB’nin Ortadoğu siyasetinden geçmediği açıkça ortadadır. Esas özgürlük halkın birlikteliğiyle gelecektir. Bu noktada sizce ne yapılmalı. Refarandum adını verdiğimiz seçimlere hiç ama hiç mi bakılmaksızın sokaklarda yürümeliydik? Yoksa sovyetleri oluşturup, köylü, işçi komitelerini kurup, bundan sonra artık yönetim bizim mi demeliydik? Bunun için yeterli örgütlenme bu topraklarda sağlanamadı. İşçi sınıfı arasında ve de üretimde söz sahibi olabildik mi? Aksine BMBP içerisinde burjuva akımlar ve de patronların görüşleri dolaştı. Ticaret Odası ya da Kutlay Erk’in buna kafa yormasını mı beklemeliydik? Mevcut sonuç, kısa ama uzun bir adım, ki bu da Referandumla sağlanmalıdır. Alternatifsiz ve de kitleden kopuk kalmamak, tarihi bir görev olan halkın isteklerine kulak vermek bu yola baş koymakla gerçekleşir. (…)
Şu anda Kıbrıs’ın kuzeyinde hiçbir parti gerçek iktidarı sağlayamadığı için birlik çabalarına girilmiştir. Bu tabela entellektüel arkadaşı bir kez daha meydanları dolduran seksen binlerin mücadele kronolojisine bir göz atmasının faydalı olacağı kanısındayız.” (Tabela Entellektüelleri, Evren Maner, KSG, Sayı 102, sayfa 6)
Evet, KSG’li dostlarımızdan Evren Maner’in yakınması böyle. Söylenenler yukarıda değindiklerimizden farklı değil…
Kıbrıs’ta adaletin, barışın ve özgürlüğün BM, AB gibi emperyalist kurumların / birliklerin siyasetlerinden geçmediği, geçmeyeceğini doğru olarak söylemek iyi de, KSG’nin izlediği siyasete ne demeli? Tüm bunları doğru olarak ortaya koymak yetmiyor, programda yazmak, stratejin nedir sorusuna bu tür doğru yanıtlar vermek yetmiyor! Hayır bunlar yetmiyor, pratik tavır ve tutarlılık bu noktada söylenenden öte anlamlar ifade ediyor!
Ne yapılması gerektiği konusunda da Maner dostumuzun yakınmasına yanıt mahiyetinde yukarıda kısaca değinmeye çalıştık… Zor ama kalıcı olanın seçilmesi, reformlar uğruna mücadelenin de devrim perspektifiyle ele alınması, buna uygun bir pratik sergilenmesi, izlenecek taktiklerin devrimci mücadeleye hizmet etmesi… vb. vb. gerekirdi!
Referandum olarak algılanan seçimler bağlamında da KSG’li dostlarımızın yüzlerini çevirip gitmeleri gerekmezdi: Seçimlerde çok fazla şeyin değişmeyeceği gerçeğini kitleler içinde propaganda edebilir, gerçek ve kalıcı çözümün seçimle değil, devrimle kazanılacağı düşüncesi, seçimlerle elde edilmesi muhtemel bir AB üyeliği temelinde çözümün gerçek çözüm olmadığı, olmayacağı bilinci kitlelere taşınır; eğer ille de seçimlere katılınmak, “kötünün içinde iyinin propagandası” tercih edilmek isteniyorsa bu da açık seçik söylenir, bu bilinçle kitlelerin seçimini yapması istenirdi… vb. vb.
Ama bütün bunlar yapılmamıştır…
Güç olmadan mücadele yürütmenin
güçlüğü,
ya da güce tapmanın dayanılmaz hafifliği…
Maner dostumuz kızgınlıkla sorularını sorarken “yoksa sovyetleri oluşturup, köylü, işçi komitelerini kurup, bundan sonra artık yönetim bizim mi demeliydik?” diyor…
Şüphesiz böyle bir durum mümkün olsaydı çok iyi olurdu! Ama gerçeğin böyle olmadığını kendisi ifade ediyor: “Bunun için yeterli örgütlenme bu topraklarda sağlanamadı. İşçi sınıfı arasında ve de üretimde söz sahibi olabildik mi? Aksine BMBP içerisinde burjuva akımlar ve de patronların görüşleri dolaştı. Ticaret Odası ya da Kutlay Erk’in buna kafa yormasını mı beklemeliydik?” Sorunun özü de durumun böyle olduğu koşullarda beklemek değil, neyin yapılması gerektiğine doğru cevap verilmesidir. Eğer bunun için yeterli örgütlenme sağlanmamışsa, işçi sınıfı arasında ve de üretimde söz sahibi olunamamışsa, o zaman görev, bunun için çalışmaktır. Bu ise, reformist siyasetle birleşmekle değil, buna karşı açık ideolojik mücadeleyle sağlanabilir.
Maner dostumuzun söyledikleri ve “Annan Planı Strateji ve Taktik” başlıklı yazılarda dile getirilen ve izlenen taktiğin gerekçelendirilmesinde ortaya konan görüşlerin temelinde yatan noktalardan biri “güçsüzlük”tür. KSG’li dostlar; “herşey iyi güzel de güç olmadan; kitlelerle birleşilmeden strateji savunulamaz” demeye getiriyorlar sözü… Maner dostumuzun kızgınlığının altında yatan düşünce de bu…
Kuzey Kıbrıslı sosyalist hareketin güçsüz olduğunu biz de biliyoruz. Hal böyle olunca, güç ve kitlesel bir destek bulunmayınca devrimci mücadelede bir dizi sorunun yaşanacağı da gayet açık.
Diğer taraftan Kuzey Kıbrıs nüfusunun önemli bir bölümü AB üyeliği temelinde kitlesel gösteriler düzenlemekte, tercihini statükodan yana değil, AB üyeliği ve Annan Planı temelinde bir çözümden yana kullanmaktadır. Bu durum Aralık 2002’de yapılan kitlesel eylemlerde açıkça ortaya konmuştur. Andaki güçler dengesi, kitle hareketliliği bağlamında bunlar olgudur.
Ama… Sormak gerekir: Onbinler sokağa çıkmıştır, çıkmaktadır ama, ne için? Bu soruyu doğru yanıtladığımız ve gerçeklere gözlerimizi kapamadığımız takdirde ancak doğru değerlendirmelerde bulunabilir, mücadeleyi doğru temeller üzerinde inşa edebiliriz. Yoksa, güç olmadığını söyleyip ardından yanlış bir temelde yönlendirilmiş yığınların gücüne döne döne vurgu yaparak kitlelerin peşinden sürüklenmeyi “kitlelerden kopmama” ile gerekçelendirmeye çalışmak; “taktik” adına yanlış örgütlenme planları üzerinde kitleleri örgütlemeye kalkışmak; “anlık çıkarlara tabi” bir taktik izlemek; “sağlam zeminden ayrılıp havada şatolar kurmak”… devrimci mücadeleye kazandırmaz, kaybettirir.
Ancak KSG’li dostlarımız ipin ucunu kaçırmışlardır: “Halkın talebi” olan AB üyeliği ve Annan Planı temelinde çözüm KSG’li dostlarımızın izledikleri siyasetlerinde belirleyici hale gelince dostlarımız işçilere, emekçilere önderlik etme tarihsel sorumluluğunu da bu yanlış siyasete kurban vermekte bir sakınca görmemektedirler.
Örneğin Kıbrıs Sendikalar Konfederasyonu’nun düzenlediği ve esas olarak AB üyeliği ve Annan Planı temelinde çözümün “kalıcı çözüm” olarak öne çıkarıldığı, savunulduğu “Kıbrıs Sorununun Çözümü ve AB Üyeliği” konulu sempozyum haberini aktaran Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesi sempozyum değerlendirmesini şu sözlerle bitirmektedir:
“Sempozyumda öne çıkan görüş, çözüm için seçimlerin belirleyici olacağı ve elzem olanın güçleri birleştirmek olduğuydu. Sendikacıların bu görüşünü destekliyor ve birlikte olursak ancak kazanabiliriz diyoruz.” (Kıbrıs Sendikalar Konfederasyonu’nun düzenlediği Kıbrıs Sorununun Çözümü ve AB Üyeliği konulu Sempozyumun haberinde KSG, sayı 99, sayfa 12)
Toplumda öncü ve önder güç olarak KSG’li dostlarımız, çözümün, emperyalizme ve işbirlikçilerine, işgalcilere karşı devrim mücadelesi ile kazanılacağı doğru görüşünü propaganda edeceğine, toplumun önemli bir kesimine nüfuz etmiş olan “seçimlerle statükonun ortadan kaldırılacağı”, “çözümün AB üyeliği temelinde gerçekleşeceği” görüşlerine prim vermekte, bu görüşleri destekleyerek kitle kuyrukçuluğunu sürdürmektedirler. KSG’li dostlarımızın bu konuda söylediklerine son bir örnek daha verelim… Şöyle diyorlar:
“Uzunca bir çalışmanın ve de kitle eylemlerinin ardından BDH (Barış ve Demokrasi Hareketi) sonunda oluşturuldu. Neydi bunun amacı? Toplumun bütün ilerici güçlerini bir arada toplamak ve de iktidara talip olmak. İktidarı barış güçleri olarak ele geçirmek. Mevcut kan emici yönetimi alaşağı etmek. Şimdiye kadar süren sömürü sistemini, hiyerarşiyi, TC generallerinin emrinde süren düzeni değiştirmek. Bunu yaparken en büyük dayanak noktamız halkın istekleri olmuştur. Halkın istekleri KSG’nin, KSP’nin siyasetiyle (çözümün ancak halkın birleşmesi sayesinde geleceği) uyuşmuştur. Ve diğer partilerde, BKP, TKP bu birliğe katılmış ve de BDH sonunda oluşmuştur. Biz buna tarihi bir görev olarak bakıyoruz. Bunu bir bütün olarak değerlendiriyoruz. Olaya kitlelerin BDH altında örgütlenmesi ve en kötü olasılık, bir yenilgi bile olsa, örgütlülüğün sürmesi olarak bakıyoruz. Biz bunu Bu Memleket Bizim Platformu’na da önermiştik. Ne demiştik? Bu Memleket Bizim Partisi. Halkın sesine kulak veriniz. Dönem koltuk kavgası dönemi değil. Partizanlık dönemi değil. Dönem birleşme, birlikte mücadele dönemidir. (…)
Seksen bin kişinin tek yürekle, birlik mücadele dayanışma istediği meydanlarda BMBP ile yeteri kadar ilerleyemediğimiz bir ortamda, ne yapabilirdik? Sonunda tarih bizi başka alternatiflere doğru sürükledi ve de sistemin seçimlerini Referandum’a çevirme yolunda ilerleme kararı aldık. Toplumun ilerici güçlerini bir arada topladık. Bunu yaparkende herkese kapı her zaman açıktı ve açık olacaktır. CTP’nin, YBH’nin paşa gönlü bilir. (Tabela Entellektüelleri, Evren Maner, KSG, Sayı 102, sayfa 6)
“Halkın sesine kulak vermek”, “halkın isteklerini dikkate almak” vs. iyidir, doğrudur da, yapılan bununla kalmıyor: Halkın yanlışlarıyla uzlaşılıyor; halka doğrular götürüleceğine, halkın savunduğu yanlışların peşine takılınıyor! Kuyrukçuluk yapılıyor! Sorun burada!
Bir kez daha yineleyelim: Halkın beklentisi temelinde siyaset yaparak doğruların değil, halkın beklentilerinin peşinde koşmak Marksizm-Leninizm adına konuşan öncülük adına ortaya çıkan partilerin yapacağı iş değildir, olamaz!
Ve seçimler…
Yukarıda da çeşitli kereler belirttiğimiz üzere KSG”li dostlarımız; BDHP üzerinden girilecek Aralık seçimlerinde, çözüm ve AB yanlılarının Meclis’te çoğunluğu elde etmelerini sağlayabilmek; yeni bir görüşme heyetiyle, Annan Planı zemininde çözümü sağlamak ve Mayıs 2004’te AB’ye birleşik bir Kıbrıs olarak girmeyi temin etmek siyasetinin savunuculuğunu yapmaktadırlar. “Çözüm ve AB’ye evet, seçim değil referandum!” çatı partisi BDHP’nin temel sloganlarından birisidir. “Katılınacak seçimlerin, gaspedilen referandum hakkının geri alınması olarak kavrandığı” da hareketin temel çıkış noktalarından birisi olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Anda seçimlere yönelik bir çalışma yürütülmektedir. Kuzey Kıbrıs’ta siyaset anda seçimlere odaklanmıştır.
Genel olarak marksist-leninistlerin seçimlere yaklaşımları nasıl olmalıdır? Önce bu soruya konumuzu ilgilendiren kimi yönleriyle kısa kısa yanıtlar verelim…
Marksist-leninistler seçimlere katılmayı reddetmezler. Onlar parlamentoya girmeyi de reddetmezler: Eğer parlamentoya komünistleri sokup o kürsüyü komünist görüşleri kullanarak savunma / yaygınlaştırma imkânları varsa, hakim sınıfların iğrenç yüzlerini parlamento kürsüsünden teşhir edebiliyorlarsa, parlamentonun dağıtılması gerektiğini bu kürsüden haykırabiliyorlarsa… marksist-leninistler parlamentoyu kullanmamazlık etmezler; buna karşı çıkışı “çocukluk” olarak değerlendirirler.
Güçsüz marksist-leninist partiler seçimlere öncelikle işçi sınıfının öncü kesimlerini komünizm davasına kazanmak için propaganda amacıyla katılırlar. Bu çalışma içinde yapılacak çağrılar ileri kesimi kazanmak için propagandaya dönük olmalıdır. Marksist-leninist bir partinin seçimlere katılması kendi bağımsız propagandası temelinde, kendi bağımsız adayları ile olmalıdır.
Seçimler ve parlamento konusundaki bu belirlemeler marksist-leninistlerin dünya işçi sınıfı hareketinden ve onların öncüsü partilerin mücadelelerinden çıkarmış oldukları tarihi derslerdendir.
Ortaya konulan bu tarihi derslerle KSP ve KSG’li dostlarımızın pratiği arasında bir uyum yoktur.
KSG’li ve KSP’li dostlarımız, Aralık seçimlerine marksist-leninist görüşleri savunmak, işçi sınıfını parti öncülüğünde büyük mücadelelere kazanmak, seferber etmek; işçi sınıfı önderliğinde örgütlülüğü-birliği sağlamak vs. için katılmıyor… Hayır, KSG’li ve KSP’li dostlarımız, Aralık seçimlerine marksist-leninist görüşlerin propagandasını bir kenara bırakarak emperyalist burjuvazinin reformist programının hayata geçirilmesi için çalışıyor, destek sunuyor… Hâl böyle olunca da seçimlerde burjuvaziyi teşhir etmek görevi yerini burjuvaziye desteğe bırakıyor. Haklarını yemeyelim, KSP ve KSG’li dostlarımız bir teşhir kampanyası yürütüyorlar. Ama teşhir ettikleri şey, Annan Planı’na karşı çıkan partilerin teşhiridir. Yukarıda da aktardığımız;
“Şu anda çalışmalarımızın eksenini Annan Planı’nın elde edilmesi için tüm halk güçlerinin birleştirilmesi, Aralık seçimlerinin çözüm taraftarlarıyla çözüm karşıtları arasında bir referanduma dönüştürülmesi, bu yöndeki çabalara doğrudan veya dolaylı zarar veren tüm parti, sendika, örgüt önderleri ve yazarların halk saflarında teşhiri ve tecridi oluşturmaktadır.” sözleri hatırlansın!
Yine KSG’li ve KSP’li dostlarımız, Aralık seçimlerine kendi bağımsız propagandası temelinde, kendi bağımsız adayları ile değil; içinde bir dizi “yabancı unsur”un bulunduğu BDHP çatısı altında katılarak yanlışlarına bir başka yanlış daha ekliyor.
Ve son olarak KSG’li ve KSP’li dostlarımız, Aralık seçimlerinde başarılı olunması ve parlamentoya girilmesi halinde “Annan Planı’na evet diyen, AB üyeliği temelinde bir çözüm için çalışacak olan” “yeni bir görüşmeci heyetin oluşturulması”nı görev olarak önüne koyuyor. “Taktik” adına ilkesel yaklaşımlar terkediliyor…
Bütün bu yanlışlıklar yanında KSG’li dostlarımız gerek Aralık seçimlerine, gerekse seçimlerden başarıyla çıkılması halinde kazanılacak olan “barışa”, atılacak adımlara “hayati önemde” bir önem atfediyorlar. Seçim politikasında da yanlış yapıyorlar!
Yanlış yapıyorlar, çünkü, genel olarak seçimlerle özde değişecek birşeyin olmadığını, olmayacağını görmüyorlar.
Yanlış yapıyorlar, çünkü, somutta gerek statükocu-işgalci Türk hakim sınıflarının ve onların uzantılarının Kıbrıs politikası konusunda “olmazlarını” dikkate almıyor; reel politikadan uzak davranıyorlar. Türk hakim sınıflarının Kıbrıs politikasını “seçimlerle” değiştirilebileceği yanlışına kapılmış gidiyorlar.
Türk hakim sınıfları demokrasicilik oyununda, bu oyunun bir parçası olarak seçim kandırmacasında usta olduğu; bunun da ötesinde Kuzey Kıbrıs’ta da kendi çıkarlarına ters düşen, Kıbrıs siyasetine ilişkin temel siyasetlerinde “olmaz” dedikleri bir şeyin değiştirilmesine yol açacak bir seçim sonucuna razı olmayacakları gayet açıktır. Bunun için seçimlerden Türk devletinin ve onun adadaki dayanağı Denktaş ve kliğinin üstünlükle çıkması için yapmayacakları şey yoktur. Bu yönde bir dizi üçkâğıt –seçim listeleri ile oynanması, Türkiye’den “seçim vatandaşı ithali”, kimi parti ve kitle örgütleri üzerindeki baskıların artırılması, provokasyonlar, tehditler, satın almalar, ara unsurlara ve partilere yönelik gözdağları vs. vs.– bugün herkesin gözü önünde yapılmaktadır. Hakim sınıf siyasetçilerinin “temiz” geçeceğini söyledikleri seçimlerin hazırlığı böyle yürüyor…
Bu açıdan yaklaşıldığında KSG’li ve KSP’li dostlarımızın seçimleri “referanduma dönüştürme” ve “zaferle çıkma” beklentilerinde fazla iyimser davrandıklarını düşünüyoruz. Birçok yazıda, Aralık 2002’de yapılan kitlesel eylemlere bakıp değerlendirmeler yapılıyor, zafer erken ilan ediliyor. Bu tavır da yanlıştır. Bu iyimserliğin sonuçlarından birisi seçim sonrasında kitlelerde hayal kırıklığı yaratmak olacaktır.
Toparlarsak;
KSG’li ve KSP’li dostlarımız Kıbrıs sorununun gerçek ve kalıcı bir çözüm noktasında tutarlı devrimci bir politika izlememektedirler. “Taktik” adına reformizme destek sunmakta, statükoya karşı çıkma adına emperyalistlerin Kıbrıs siyasetine destek vermektedirler. Bu yanlışları referandum olarak algıladıkları seçim siyasetinde açık bir şekilde görülmektedir.
KSG’li ve KSP’li dostlarımızın tüm bu yanlış siyasetten kurtulmak; gerçek ve kalıcı bir çözümün tek yolu olan devrim mücadelesini yükseltme görevine sarılmak zorundadırlar. KSG’li ve KSP’li dostlarımız bu yolda önemli bir eksiklik olarak gördüğümüz bolşevik temelde öncü bir partiyi ayakları üzerine dikmek, işçileri ve emekçileri devrim perspektifiyle parti önderliğinde birleştirmek; adanın güneyinde de devrimci-komünist alternatifin yaratılması çalışmasına girmek, destek vermek… görevlerine sıkı sıkıya sarılmalıdırlar.
Biz, Kuzey Kürdistan-Türkiyeli bolşevikler olarak KSG’li ve KSP’li dostlarımıza bu görevleri gerçekleştirmede üzerimize düşen enternasyonalist dayanışmayı –bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da– göstermeye devam edeceğiz…
Kuşkusuz bu desteğin en önemlisi de, faşist Türk devletini yıkma mücadelesidir. Faşist Türk devletini yıkıp onun kuzey Kıbrıs’taki işgaline son vermek, Kıbrıs halklarına vereceğimiz en önemli desteklerden biridir.
Görev bunun için çalışmaktır.