20 Ocak 2001 mektubumuz…

Biz bir süre bekledikten sonra, başta ölüm orucu eylemini başlatan üç örgüt olmak üzere, tüm devrimci örgütlere 20 Ocak 2001 tarihinde bir mektup yazarak örgütlerin yönetici kademelerine sorumluluklarını hatırlattık, önerilerimizi getirdik. Mektubumuz şöyleydi:

“Başta DHKP-C, TKİP, TKP(ML) olmak üzere tüm devrimci örgütlerin yönetim kademelerine

Değerli arkadaşlar…

Bu mektubumuzla şu anda süren açlık grevi/ölüm orucu eylemlerinin durumu, gelişme perspektifleri üzerine değerlendirme ve görüşlerimizi aktarmak ve bunlar temelinde bir öneride bulunmak istiyoruz.

DHKP-C, TKİP ve TKP(ML) örgütlerinin 20 Ekim’de başlattıkları süresiz açlık grevi (SAG); 20 Kasım’dan bu yana bu örgütler tarafından ölüm orucu eylemine dönüştürülmüş olarak sürüyor. Bu örgütlerden ölüm orucunun birinci grubunda olan devrimciler açısından bugün eylem 3 ayını doldurmuş durumda. Bu devrimciler fiziki olarak yaşamla ölüm arasında bir noktadalar. Her biri her gün her saat ölebilir. İkinci gruptan devrimciler açısından da ötesinde sakatlıkların başladığı ve ölümle yüz yüze yaşandığı kritik günler gelmiştir.

Bu örgütlerin başlattığı SAG ve ölüm orucu eylemleri –bu eylemlerin içinde bulunulan ortamda bu biçimde sürdürülmesini taktik kaygılarla yanlış bulan örgütler de dahil– bütün devrimci örgütler tarafından desteklenmiştir. Çünkü sözkonusu olan taktik değerlendirme farklılıklarının ötesinde faşist devlet ile devrimci güçlerin bir bölümünün çatışma durumudur. Burada taktik kaygılar, görüş ayrılıkları vb. pratik eylem içinde geri plana kaymak zorundadır. Geri plana da kaymıştır. Bu olumludur.

Faşist devlet uzun süreden beri planladığı F tipi tecrit hücrelerine geçiş planını gerçekleştirmek ve bu arada yürüyen ölüm orucu eylemini de kırabilmek amacıyla 19 Aralık’ta devrimci tutuklulara alçakça saldırdı. Bu saldırıya devrimcilerin cevabı –faşizmin zindanlarındaki yiğitçe direniş yanında– SAG ve ölüm orucu eylemlerinin yaygınlaşması, bir dizi devrimci örgütün daha SAG’leri ve ölüm oruçları başlattığını veya daha önce sürdürülen açlık grevi eylemlerini ölüm orucuna dönüştürdüğü açıklaması oldu. Kuşkusuz faşizmin azgın saldırısı karşısında ve devrimcileri teslim alma plan ve iddialarını boşa çıkarmak açısından bu eylemlerin yaygınlaştırılması doğru idi. Devrimciler faşistlerin, tutsak devrimcilerin kendi özgür iradeleri ile değil, örgüt baskısıyla ölüm orucu yaptıkları yalanını tavırlarıyla boşa çıkarma görevine sahiptiler.

Tutsak devrimciler bu bağlamda gayet olumlu bir tavır sergileyip, faşizmin yalancı olduğunu pratikte gösterdiler. Şimdi faşist devlet ve onun çanak yalayıcısı emir eri medya artık “örgüt baskısıyla zorla ölüm orucu” demagojisini yapamıyor. Devlet ölüm orucu eyleminin onun beklentisinin tersine daralmayıp, sönmeyip, daha da genişlediğini tespit etmek, bu anlamda bir yenilgisini teslim etmek zorunda kalıyor. Bu devrimci hareket açısından büyük bir kazanımdır. Bu bağlamda başta ilk ölüm orucu grubundakiler olmak üzere tüm SAG/ölüm orucu eylemcisi tutsak devrimciler kutlanacak, öğrenilmesi gereken, önümüzdeki dönemde de bütün devrimcilere örnek olacak, yol gösterecek bir tavır sergilemişler, faşistlerin devrimcileri öldürebileceğini ve fakat devrimci iradeyi teslim alamayacağını göstermişlerdir.

Şimdi devrimci örgütler olarak anda yürüyen SAG ve ölüm orucu eylemleri konusunda bir karar alınmak zorundadır. Bu karar “buna SAG ve ölüm orucundaki devrimciler kendi karar versin” diye ertelenemez. Devrimci örgütlerin yönetimleri, SAG ve ölüm orucu eylemlerinin tek tek bireylerin bireysel eylemi değil, devrimci örgütlerin kolektif iradesinin ürünü eylemler olduğunun; ve bu eylemi yürüten devrimcilerin, tabii ki gönüllülük temelinde bu eyleme katıldıklarının ve fakat kendilerini örgütlerin birer parçası olarak gördüklerinin, eyleme örgütlü devrimciler olarak katıldıklarının bilincinde davranmalıdır. Sorumluluk bu anlamda devrimci örgütlerin karar alıcı yönetici organlarına aittir.

Sorumluluğun tek başlarına anda faşizmin zindanlarında ve çoğu tecrit edilmiş bir biçimde düşmanla pratik olarak yalnız başına karşı karşıya olan, bir dizisi ölümle yaşam arasındaki ince çizgide bulunan, faşist saldırılara karşı daha önce koğuşlarda var olan kolektif korunma imkânından, kolektif tartışma, birlikte karar alma vb. imkânlarından yoksun tutsak devrimcilere bırakılması, devrimci örgütlerin yönetici organları açısından büyük bir sorumsuzluk örneği olur. Devrimci tutsaklar kendileri açısından, tek başlarına birey olarak faşizmle karşı karşıya kaldıklarında doğru olanı yapmışlar, kolektif olarak alınmış olan bir eylem kararından birey olarak vazgeçmenin teslimiyet olacağının bilincinde, faşist cellatların yüzüne eylemi sürdürdüklerini açıklamışlardır.

Anda şöyle bir durumla karşı karşıyayız:

Egemen sınıfların elinde şu anda ölüm orucu eylemi sonucu olarak da somut olarak ölümle karşı karşıya olan 100’e yakın devrimci tutsak var. Bunlar kendi iradeleri ile ölüm orucunu sürdüreceklerini, ölüme hazır olduklarını açıklamış durumdadır. Her geçen gün ölüm adaylarının sayısı artmaktadır, artacaktır. Ancak bu devrimci tutsaklar daha önceki ölüm oruçlarının tersine, tecrit hapsi şartlarındadır. Gerçekte egemen sınıflar bu devrimcilerin hayatını suni olarak uzatma, ölüm olayını geciktirme imkânlarına sahiptir. Yani devrimci tutsakların kendi isteği ve eylemi sonucu ölme iradesi de ipotek altındadır.

Bundan çıkan sonuç şudur: Ölüm orucu eylemindeki tutsak devrimciler, egemen sınıfların kendi inisiyatiflerinde olarak öldürülecek veya sakat bırakılıp suni olarak hayatta tutulacaktır.

Ölüm orucu eyleminin 19 Aralık öncesindeki temel şiarı “Ölürüz, hücrelere girmeyiz” idi! “Hücreler ölümdür –girmeyeceğiz” idi. Bu iddialarımızı ancak çok sınırlı olarak gerçekleştirebildik. Bir bölümümüz öldü, hücrelere girmedi. Ve fakat sonuçta güç dengesi F tipini engellememize izin vermedi. Egemen sınıflar devrimci tutsaklar somutunda F tipini uygulamaya koydular. Ve bundan geri adım atma niyetleri de yok. F tipini engelleyecek güç gerçekte işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır. F tipinden geri adım attıracak güç de işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır.

Fakat ne yazık ki, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar –çok büyük çoğunluğu itibariyle– F tipi ile ve bu konuda yürüyen mücadeleyle ilgili değil! F tipini kendi sorunu, F tipine karşı mücadeleyi kendi mücadelesi olarak görmüyor. Mücadele bu yüzden, 19 Aralık öncesi esasta, devrimci örgütlerin ancak yakın çevresinin ve devrimci tutsakların aile çevrelerinin bir kesiminin katıldığı, militan ve fakat kitleselliği itibariyle zayıf kalan bir mücadele olarak yürüdü. Ölümler yaklaştığında hareketin biraz genişleyip liberal burjuva çevrelerden de biraz destek alma eğilimi, devletin manevraları sonucu tersine döndü. 19 Aralık sonrası evet devrimci örgütler açısından birbirine bir yakınlaşma oldu. Fakat örgütsüz olan kesimden zaten zayıf olan destek neredeyse bütünüyle kesildi.

Anda ölüm orucu eylemi, yüze yakın insan ölümle karşı karşıya olmasına rağmen, devletin baskıları sonucu medya gündeminden, dolayısıyla geniş yığınların gündeminden, negatif propaganda olarak bile düşürülmüş durumdadır. Önümüzdeki kısa dönem içinde –15 günlük, 1 aylık dönem içinde– bu konularda önemli bir değişiklik de olmaz. Fakat bizim bekleyecek zamanımız yok.

Eğer hiçbir şey olmamış gibi davranır, “devrimci tutsaklar ne yapacağını bilir ve onlar ölüm orucunu sürdürme kararındalar” tavrı ile yetinirsek, olacak olan, onlarca tutsak devrimcinin ölmesi veya sakat kalması olacaktır. Bu ölüm orucu, devrimci örgütler açısından ne kadar kararlı sürdürülürse sürdürülsün, bugünkü şartlarda bu eylemle, geniş kitleleri dışarıda harekete geçirip devleti baskı altına alma ve ona F tipinden geri adım attırma imkânı ufukta gözükmüyor.

Böyle bir ortamda bu eylemin sürdürülmesi halinde, biz önümüzdeki kısa dönem içinde, biz bize cenazelerimizi kaldırır, birbirimize devrimci yoldaşlarımızın devrimci kararlılığı hakkında zaten ispatlanmış olanı anlatırız. Eylemlerde devrimciler olarak polisle çatışabilir, devrimcilerin teslim olmayacağını haykırır; evet kimi “fedai eylemleri” ile egemen sınıflardan kimi halk düşmanlarını ortadan kaldırabiliriz. Fakat esas olan işçi ve emekçilerin harekete geçirilmesidir. Görülmüştür ki, bu eylemlerle bugün işçileri ve emekçileri harekete geçiremiyoruz. Sonuçta bir dizi iddiamız bugün için havada kalıyor. Ve bir dizi devrimci insanımızı kaybediyoruz. Her biri devrim davası için pratik olarak başını koymuş olduğunu ispatlayan kaybettiklerimizin yerine onlar kadar kararlıların konması onca kolay olmuyor.

Şimdi devrimci örgütlerin yönetici organları, en başta da ölüm orucu eylemini başlatan örgütlerin yönetici kademeleri büyük bir sorumluluk altındadır. Çünkü devrimci örgütler alacakları merkezi bir kararla, faşizmin zindanlarındaki tutsak devrimci eylemcilere çağrı yaparak, ölüm orucu eyleminden bilinçli olarak vazgeçilmesini isteyebilir. Böyle bir durumda aslında 16 Aralık’tan itibaren kaybedilen inisiyatif yeniden ele geçirilebilir.

Bizce gelinen yerde devrimci örgütlerin yönetim kademeleri ölüm orucu eyleminden içinde bulunulan şartlarda vazgeçildiğini ilan etmelidir.

Ölüm orucu eyleminden vazgeçme, yenilginin kabulü, mücadeleden vazgeçme, teslim olma vb. vb. değildir.

Hayır, ölüm orucu eyleminin en önemli konusu olan F tipleri konusunda, bu tip cezaevlerinde tecrit hapsine karşı mücadele hem içerde, hem dışarıda sürmeli; ve bu mücadeleye işçi sınıfı ve emekçilerin katılması için, daha geniş kesimlerin bu mücadeleyi sahiplenmesi için yapılabilenin en fazlası yapılmalıdır.

Ölüm oruçları, anda yalnızca ölüme hazır olduğunu ispatlamış devrimcilerin, emekçi yığınların seyirci konumunda kaldığı bir ortamda, ölümüne ve sakat kalmasına yol açacağı için, devrimci örgütler tarafından iradi olarak durdurulmalıdır. Bunun yerine içerde bütün devrimci örgütlerin katılacağı, dönüşümlü SAG’lerinin yürütüleceği, sürdürüleceği ilan edilmelidir. Mücadele böylece uzun zamana yayılıp daha da kitleselleştirilmelidir.

Bu kimileri tarafından geri adım olarak, yenilginin kabulü olarak vb. değerlendirilebilir. Bizce öyle değil, tersine kaybedilen inisiyatifi yeniden ele geçirmek için atılmış bir adım olacaktır.

Nefeslenmek, ölümle karşı karşıya olan yoldaşlarımızı, uzun süreli mücadele açısından, anda yeniden hayata döndürmek için atılacak bir adımdır. Bu, ölümle karşı karşıya olan yiğit yoldaşlar açısından gerçek anlamda “hayata dönüş” operasyonudur. Bu adım kitlelere kimin yaşamdan, kimin ölümden yana olduğunu açıkça gösterecek, egemen sınıfları, ölüm orucunun sürdürülmesinden çok daha fazla rahatsız edecektir.

Bir yandan mücadelenin sürdüğünü (dönüşümlü SAG’lerinin sürdürülmesi, genişletilmesi, uzun zamana yayılması), diğer yandan devrimci örgütlerin devrimci kadrolarına sahip çıktığını ve onları “ölüme göndermek” isteyenin faşist egemen sınıflar olduğunu gösterecektir.

Ölüm Orucunun sona erdirildiği çağrısı;

– Bütün ölüm oruççularının derhal sivil hastanelerde, Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin denetiminde tedavi altına alınması,

– 19 Aralık saldırısında yaralanan tüm tutsakların derhal tedavisine başlanması talepleri ile birleştirilmelidir.

Değerli arkadaşlar…

Biz böyle bir kararın zor bir karar olduğunu, örgüt çıkarları kaygıları, diğerleri ne der kaygıları ile zor alınacağını, böyle bir adımın “korkak”, “mücadeleden kaçan” vb. demagojilerine açık bir karar olduğunu biliyoruz. Buna rağmen bu kararın mutlaka alınması gerektiği görüşündeyiz.

Bu kararın bizce öncelikli olarak eylemi başlatan üç örgüt tarafından alınması doğru olacaktır. Bu kez bu somut mücadelenin en önünde yürüyen örgütler, eylemin olumluluğunda da olumsuzluğunda da birinci derecede pay sahibi olan örgütler bunlardır. Diğer örgütler bu örgütlerin hemen ardından özel açıklamalarla bu tavrı desteklediklerini açıklarlar.

Fakat eğer bu yapılmıyorsa, o zaman eyleme katılan tüm devrimci örgütler birlikte karar alıp açıklamalıdır.

Belki bu ikincisi, devrimci örgütler arasında eylem birliğini ifade eden bir tavır olarak daha da olumlu olabilir.

Bu mektubu biz şu anda yalnızca örgütlerin yönetim kademelerine yazıyoruz.
Devrimci selamlarla…
Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan-Türkiye) Merkez Komitesi adına
20 Ocak 2001”
(Bolşevik Partizan, sayı 142, sayfa 13-14)

Örgütlerin hiçbiri özel olarak cevap verme zahmetinde bulunmadı. Biz özel cevap meraklısı değiliz. Eğer doğru tavır takınılıp ortama uygun devrimci karar alınmış olsa idi (evet devrimcilik bazı hallerde geri adım gibi görünen adımları atma cesaretinde de gösterebilir kendini), bizim için sorun çözülmüş olurdu. Olmadı.

Ölüm orucu eylemi genişliyor…

3 Şubat 2001’de bu kez TKP/ML, THKP-C/MLSPB, MLKP, TDP, TİKB, TDP, TKP/Kıvılcım davası tutukluları adına yapılan bir ortak açıklamayla “F tipi tecridin asla kabul edilmeyeceği”, “direnişin sürdüğü ve süreceği” duyurularak “tüm duyarlı demokrat, ilerici, aydın kamuoyu haklı ve onurlu direnişi desteklemeye” çağrıldı. 10 Şubat 2001’de ise TKEP/L tutukluları adına yapılan bir açıklamada TKEP/L davası tutuklularının “10 Şubat 2001 tarihinden itibaren tüm cezaevlerinde ölüm orucu eylemine başlayacağı duyuruldu. Böylece 10 Şubat 2001’den itibaren toplam 11 örgüt ölüm orucu eylemine girmiş oluyordu. Ölüm orucu eylemine yeni katılan bu 8 örgütün açıklamalarında yeni talepler yoktu. Yani en temel konuda, burjuvazinin şimdi fiilen dayatmış olduğu ve devrimcileri zorla içine doldurmuş olduğu F tipi cezaevleri kapatılıncaya kadar ölüm orucu sürecekti. Kuşkusuz ölüm orucuna katliam ertesi gerçekleşen bu yeni katılımlar, katliama tepki olarak ve devrimcilerin hücre sistemine geçişi kabul etmeyeceklerini göstermek açısından anlaşılır bir tavırdı. “Niye şimdi?”nin açıklaması “F tipleri”nin açılmış olmasıyla yapılıyor, talepler bağlamında ise “F tipleri kapatılıncaya kadar” sürecek bir ölüm orucu eylemi anlayışı ile, eylemi başlatan üç örgütün pozisyonu ile birleşiliyordu.

Gerçekte yapılan şimdi on bir devrimci örgüt tutsakları adına, aslında gerçekleştirilmesi de kendi iradelerine bağlı olmayan kolektif intihar kararlarının açıklanmasıydı. Yanlış değerlendirme, yanlış yaklaşım genişleyerek devam ediyordu. Bu noktada katliam olgusuna duyulan tepki, daha önceki süreçte doğru değerlendirmeler yapan kimi örgütleri –örneğin TİKB– savundukları doğru pozisyonlardan uzaklaşma anlamına gelen pratik tavırlara götürüyordu.

Fakat açıklamaların tutuklular adına yapılmış olması, devrimci örgütlere, ölüm orucu eylemini bilinçli olarak şimdilik durdurma kararı alma imkânını da içeriyordu.

Fakat bu yönde bir karar alınmadı. Bizim bu yöndeki somut önerimize hiçbir örgütten yazılı, resmi bir tavır takınılmadı. Böyle bir öneri yokmuş gibi davranıldı.

10 Şubat 2001’den itibaren toplam iki grup halinde toplam 11 örgütün zindanlardaki ölüm orucu /SAG direnişi geniş katılımlı bir direniş olarak yürümeye başladı. Pratik olarak eylemi ilk başlatmış olan 3 örgütün talepleri eylemin tümünün talepleri haline gelmiş gibi görünüyordu. Ancak bu yalnızca görüntüde böyle idi. Nitekim 22 Mart 2001’de DHKP-C üyesi Cengiz Soydaş’la ilk ölüsünü veren eylemin gelişme süreci içinde taleplerdeki farklılaşmalar açıkça görüldü.

Taleplerde farklılaşmalar

Ölüm orucu eylemine ilk başlayan üç örgütün talep listesini yukarıda yayınladık. Bu talep listesinin F tipleri konusundaki talebi F tiplerinin tümden kaldırılmasıdır. Ölüm orucu eylemi bu temel talebe ulaşılana dek sürecektir. Anlayış budur.

10 Aralık 2000’de SAG’ye başlayan, bu eylemi 3 Şubat 2001’de ölüm orucuna dönüştüren MLKP, TKP/ML, TDP, THKP-C/MLSPB, Direniş Hareketi, TİKB, Dev-Yol ve TKP/Kıvılcım örgütleri ise kamuoyuna yaptıkları açıklamada, bir yandan “F tipleri kapatılmalıdır” talebi konusunda pazarlık yapılmayacağı vb. söylenmekte, diğer yanda ise bir anlamda F tiplerinde koşulların iyileştirilmesi anlamına gelen şu talep ileri sürülmekteydi:

“F tipi cezaevlerindeki tecrit ve izolasyona derhal son verilmeli. Bu bağlamda

a) Uluslararası standartlara göre 15 kişilikten az mekân tecrit sayılır. Bulunduğumuz tecrit koşullarına son verilip, 15-25 kişilik ortak yaşam alanları sağlanmalıdır.”

Bu kuşkusuz “F tipleri kapatılana dek ölüm orucu” tavrından değişik bir tavırdı. “Uluslararası standartlar”a atıfta bulunmasıyla; 15-25 kişilik ortak yaşam alanları önerisinin muğlaklığıyla tutarsızdı. Aynı şekilde bir yandan böyle bir talep ileri sürülürken, diğer yandan “F tiplerine dair kimler tarafından, hangi niyetle olursa olsun getirilecek ara çözümler, özünde çözümsüzlüktür” (Bkz. Özgür Gelecek, sayı 29, sayfa 3) tavrıyla tutarsızdı. Fakat yine de DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP’in F tiplerinin kapatılması talebinin altında bir talebi ilkesel olarak reddeden, bu konuda hiçbir taviz (!) vermeyeceğini açıklayan tavrından değişik, gerçek güç dengelerini biraz daha hesaba katar görünen bir tavırdı.

Sonraki gelişmeler
Taleplerin ortaklaşması…

Daha sonraki gelişmeler kabaca, bir yandan giderek artan sayıda insanımızın tabutlarının F tiplerinden ardı ardına çıkması, bir dizi devrimci insanımızın bakıma muhtaç hale gelmesi kayıplarımızın giderek artması şeklinde oldu. Fakat kayıplarımızın artması hiçbir şekilde “dışarıda” taleplerimizin daha yaygınlaşması vb. anlamına gelmedi. Zamana yayılan ölüm orucu giderek yığınlar açısından var mı yok mu belli olmayan bir eylem haline doğru gelişmeye başladı.

Diğer yandan belli bir süreden itibaren, içeride çok sayıda devrimcinin sakat kalması ve devletin bunların bakımını üzerinden atma, hem de böylece aileler üzerinden eylemin sonlandırılması için baskı yapabilme amaçlarıyla sakat kalanların şartlı tahliyesine başlandı.

Ölüm orucu eylemi böyle yürürken ölüm orucu eylemini iki ayrı kanaldan yürüten örgütler, eylemi birleştirme çabalarına hız verdiler.

Bu çabaların sonucu olarak 2001 Haziran’ında –ki bu tarihte ölüm orucu sonucu hayatını yitiren devrimcilerin sayısı 22’ye, 19 Aralık katliamında öldürülenlerle birlikte 55’e varmıştı– DHKP-C, TKP(ML), TKİP, TKP/ML, MLSPB, TDP, Direniş Hareketi, MLKP ve Dev-Yol dava tutsakları adına yapılan bir açıklama ile taleplerin ortaklaştırıldığı duyuruldu.

Sözkonusu açıklamada şöyle deniyordu:

“… Ölüm Orucu direnişimizde onlarca arkadaşımızı kaybettik, yine onlarcası zorla müdahale sonucu ve bilinçli yanlış tedavilerin uygulanması sonucu yaşayan ölüler haline getirilmişlerdir. DİRENİŞİMİZ TALEPLERİMİZ KABUL EDİLENE KADAR YENİ ÖLÜM ORUCU EKİPLERİNİN KATILIMIYLA SÜRECEKTİR. (…)
Adalet Bakanlığı ölüm orucu direnişimiz karşısında aciz içerisindedir. …
Çeşitli siyasi davalardan tüm tutuklu ve hükümlüler olarak TALEPLERİMİZ KABUL EDİLENE KADAR ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİMİZİ SÜRDÜRECEĞİMİZİ İLAN EDERİZ.

TALEPLERİMİZ:

1. Mimari değişiklik yapılmadan, bir ve üç kişilik hücreler kapatılmadan tutuklu ve hükümlüler olarak koşulsuz bir arada yaşamamız sağlanmadan tecrit kalkmış olmaz. Tecride son verilmelidir.
2. Düşüncelerimizi yok etmek için getirilen bütün yasaklar ve uygulamalar kaldırılmalıdır.
3. Taleplerimiz meşru ve demokratiktir.
4. Zorla müdahale işkencedir. Sakat bırakmak suçtur. Onlarca insanımız işkenceyle sakat bırakıldı. Geçmişi olmayan, düşünemeyen duruma getirildi. Zorla müdahale işkencesine son verilmelidir.”

Görüldüğü gibi Haziran başı 2001’de artık “F tipleri kapatılana kadar” talebi ve iddiasından ortaklaşa vazgeçilmiştir. Artık ortak talep F tiplerinin kapatılması talebinin gerisinde, F tiplerinde “mimari değişiklik” isteyen bir taleptir. Eylemin çıkış noktasında ileri sürülen bir dizi devrim talebi artık eylem talebi olmaktan çıkmıştır. Bunlar kuşkusuz çıkış noktasına göre biraz daha gerçeklere uygun bir siyasete yaklaşılma anlamına gelmektedir. Fakat diğer yandan daha önce ileri sürülen iddialardan da açıkça geri çekilmek istenmemesi sonucu “tutuklu ve hükümlüler olarak koşulsuz bir arada yaşama imkânlarının sağlanması” talebi de ileri sürülebilmekte ve bu talep de “elde edilmemesi halinde ölüm orucunun sürmesinin nedeni olacak talepler içinde yer almaktadır.

Aslında bu yeni talepler manzumesi devrimciler açısından belli bir anlama, DHKP-C, TKP (ML), TKİP’in görünürde her türlü uzlaşmayı reddeden tavrından uzaklaşan, pazarlıklara hazır olunduğunu işaret eden bir tavırdır.

Eylem daha sonra bu talepler temelinde yeni ölüm orucu ekiplerinin devreye girmesi, yeni ölüler ve sakatlarla, devletin sakatları şartlı olarak ailelerine teslim etmesiyle sürdü.

Eylemin belli bir aşamasında, eylem bir yılını doldurduktan sonra barolar “arabulucu” olarak devreye girerek üç kapı üç kilit önerisini getirdiler. Ölüm orucu eylemini sürdüren örgütler eylemi durdurmak için bu talebi kabul etmeye hazır olduklarını bildiren tavırlar takındılar.

2002 yılının birinci yarısında yoğun bir biçimde üç kapı üç kilit talebi temelinde bir kampanya yürütüldü. İstenen somut olarak F tiplerinde 3 kişilik 3 koğuşun kapısının gündüzleri açık tutularak en azından dokuz devrimcinin gündüzleri bir araya gelmesi imkânının yaratılması idi. Bu kuşkusuz “F tipleri kapatılsın. Ölüm orucu eylemimiz F tipleri kapatılana kadar sürecektir” talebinden çok daha geri bir talepti. Mücadelenin destek seviyesi göze alındığında fakat durumu biraz daha gerçekçi değerlendiren bir talepti. Ve bu talep elde edilerek ölüm orucundan çıkılabilse, yine de bir kazanımla eylemi sonuçlandırabilecek bir talepti. Fakat işçi emekçi yığınlar açısından F tiplerindeki mücadele çoktan unutulmuştu. Bu yüzden faşist devlet rahattı. Hiçbir tavize yanaşmaya ne niyeti, ne ihtiyacı vardı.

Yeniden önerimiz…

Biz Bolşevikler gelişmelerin 20 Ocak 2001 tarihli mektubumuzda yaptığımız tüm değerlendirmeleri doğruladığını yaşadık. 2001 yılında yapılan 7. Kongremizde ölüm orucu eylemi konusunu bir kez daha partinin en yüksek organında görüştük. Kongremiz, Merkez Komitemizin 20 Ocak 2001 tarihli mektubundaki değerlendirmeleri onayladı. Bu mektubun bu kez Kongremizin mektubu olarak devrimci örgütlere bir kez daha iletilmesi kararını aldı. 8 Eylül tarihli bir mektubumuzla birlikte, 20 Ocak 2001 tarihli mektubumuz bir kez daha tüm devrimci örgütlere ulaştırıldı.

Bu ikinci önerimize de açık tavır takınan olmadı.

Bu arada yukarıda ortaya koyduğumuz gibi taleplerde ortaklık sağlandı ve gelinen son noktada hatta eylemin ortak talebi üç kapı üç kilit noktasına kadar geri çekildi. Fakat bir yandan bu geri adımlar atılırken, ölüm oruççusu örgütler ajitasyonlarında sanki değişen hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar, zafer üzerine zafer kazandıklarını ilan ediyorlardı. F tipinden çıkan her tabut adeta egemen sınıflara karşı kazanılmış yeni bir zaferin sembolü olarak sunuluyor; sorumsuzluk devrimci tavırmış gibi sunulmaya devam ediliyordu.

Mayıs 2002’ye gelindiğinde ölüm orucu 19 aydır sürüyordu. Eylemde Mayıs başı 2002 itibarıyla 93 devrim savaşçısı hayatını kaybetmişti. (Ölüm orucu eylemi sonucu ölen, ölenlerin sayısı 60; 19 Aralık katliamında öldürülenlerin sayısı 33’tü); 450’ye yakın devrimci savaşçı hayatı boyunca izlerini üzerlerinde taşıyacakları bir biçimde sakat kalmış durumda idi. Bunların küçümsenmeyecek bir bölümü bırakalım devrimci mücadeleye katılmayı, kendileri sürekli bakıma muhtaç insanlar haline gelmişlerdi. Faşist devlet sakat olanları geçici süreyle ve şartlı olarak ailelerine teslim ediyor, böylece onların bakım sorumluluğunu üzerinden atıyordu. Eylemin bunca uzun sürmesi ona olan ilgiyi arttırmamış, tersine azaltmıştı. Eylemin, ölümlerin ve sakatların artmasıyla birlikte, dışarıda desteğin artacağı beklentisinin boş bir beklenti olduğu da ortaya çıkmıştı. Eylem örgütlü devrimcilerle devletin çatışması biçiminde yürüyordu.

Böyle bir durumda gerçekte bu eylemin ölüm orucu biçiminde sürdürülmesinde ısrar etmenin yanlışlığı açıkça ortada idi.

Bu durumda 7. Kongremizin seçtiği MK’mızın 3. Olağan Toplantısında gelinen yerde F tiplerine karşı mücadelenin devrimci tutsakların ölüm orucu biçiminin durdurulması önerisinin bir kez daha devrimci örgütlere ulaştırılması kararı alındı. Bu karar 15 Mayıs 2002 tarihli bir mektupla yerine getirildi. Mektupta şöyle deniyordu:

“Mektup gönderilen örgütler:

Başta DHKP-C, TKP(ML), TKİP olmak üzere ölüm orucu sürdüren tüm örgütlere ve diğer devrimci örgütlere…

Değerli arkadaşlar!

Size ilk olarak 20 Ocak 2001 tarihinde bir mektupla, ağır bedeller ödenerek kahramanca sürdürülen ölüm orucu konusunda görüş ve önerilerimizi iletmiştik. Daha sonra Merkez Komitemizin 20 Ocak tarihli bu mektubunu 7. Kongremiz onayladı. 8 Eylül 2001 tarihinde 7. Kongremizin mektubu* üzerinden bir kez daha size ulaşmaya çalıştık. Sürmekte olan ölüm orucu eylemleri hakkında görüş ve önerilerimizi bir kez daha dostça ve devrimci dayanışma sorumluluğumuzun bir gereği olarak sizlere ilettik. Fakat size ve diğer örgütlere yazdığımız mektuplarımıza; sizlerden olduğu gibi, diğer örgütlerden de olumlu ya da olumsuz bir cevap içeren mektup almadık. Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, bu yaklaşımı doğru görmediğimizi belirtmek istiyoruz.

Bu duruma rağmen sizlere üçüncü bir mektup olan bu mektubumuzla ölüm oruçlarında gelinen son noktaya ilişkin görüşlerimizi bildirmeyi ve sizlerin bunu değerlendirmenizi talep etmeyi devrimci sorumluluğun gereği olarak yerine getirilmesi gereken bir görev olarak kavrıyoruz.

Değerli arkadaşlar,

Uzun zamandan bu yana süren ölüm oruçlarında sayısı 90’ı bulan devrimci yitirdik. Yüzlerce devrimci sakat kaldı, bakıma muhtaç hale geldi. Ölüm orucu eyleminin çıkış noktası düşmanın F tipi tabutluklarına konmayı engellemek ve buna karşı direnmekti. Bu mücadele başlangıçta olduğu gibi bugün de bütün haklılığını korumaktadır. Fakat bir mücadelede kazanmak için haklılık yetmiyor. Daha bu mücadelenin başında “F tiplerinin kapatılması” haklı talebini gerçekleştirmek için; güç dengesinin ne olduğu, hangi mücadele yöntem ve araçlarıyla bu talebin geniş kitlelere mal edilmesinin mümkün olup olmadığı doğru hesaplanmadı. Mücadele, örgütlü güçlerin bir mücadelesi olarak düşünülüp planlandı. Orada da tüm örgütlü güçlerin birliğinin sağlanması bile gerekli görülmedi. Sonuçta onlarca kayıp, yüzlerce sakat ertesinde, mücadelenin çıkış noktasındaki talepten de sessiz sedasız geri çekilindi. Mücadelenin bugünkü boyutu başlangıçtaki gibi F tipi tabutluklara konmayı engellemek değil, F tiplerinin kapatılması vb. değil. Gelinen yerde kimi demokratik kurumların öne sürdüğü F tiplerinde üç hücrenin gündüzleri bir avluda birleştirilmesi talebi olan “üç kapı-üç kilit” talebi ölüm orucu eyleminin talebi olarak kabul görmüş durumda. Ölüm orucu eylemi gelinen yerde üç kapı-üç kilit talebini kazanmak için mücadele olarak sürmektedir.

Bugün ölümüne yürütülen ölüm oruçları artık F tiplerine konan, tecrit edilen ve teslim alınmak istenen devrimcilerin F tipi tabutluklarda, ölüm sınırına geldiklerinde şartlı olarak tahliye edilenlerin de küçük bir bölümünün dışarıda yürüttüğü bir mücadeledir. Başlangıçta ve andaki durumda da faşist Türk hâkim sınıfları, esasta içerde yürütülen ve “dışarıda” ne yazık ki yeterince kitlesel destek sağlayamadığımız bu mücadele karşısında, maalesef pratikte geri adım atacak pozisyona sokulabilmiş değildir. Ölüm orucu eyleminin dıştaki desteği giderek artacak yerde azalmış, ölüm orucunun öne sürülen talebi elde etmek için yaptırımcı, harekete geçirici fonksiyonu giderek azalmış, kalmamıştır. Ölüm orucu var mı yok mu, geniş kitleler açısından bu onları ilgilendirmeyen bir konudur. Andaki güç dengelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu durumu tersine, kendi lehimize çevirecek bir ortamı yaratamadık. Bugünkü pratiğin gösterdiği budur. Biz, bugün gelinen noktanın olağanüstü bir nokta olmadığını düşünüyoruz. Bugün gelinen nokta bizim kendi açımızdan hesaplanamayan, olağanüstü gelişmenin sonucu olan bir gelişme değildi, değildir. Biz bugün gelinen noktanın beklenen/beklenmesi gereken bir nokta olduğunu sizlerle 20 Ocak ve 8 Eylül 2001 tarihli mektuplarımızla paylaştık. Kendi görüş ve önerilerimizi sunduk. Bugün de aynı görüşlerimizi koruyoruz.

Gelinen yerde ölüm orucunun sürdürülmesini büyük bir taktik/siyasi hata olarak değerlendiriyor; ölüme hazır devrimcilerin devrimci enerjisinin yok edilmesine katkıda bulunmak olarak görüyoruz. Ölüm orucu eyleminin yaptırımcı, baskı unsuru olucu harekete geçirici bir özelliğinin kalmadığı noktada, bu eylemde ısrar etmeyi bir sorumsuzluk olarak görüyoruz. Egemen sınıflar durumdan memnundur. Onlar devrimci kadroların birer birer –hem de gelinen yerde artık üç kapı üç kilit talebi için– ölmesi ve sakat kalmasından memnundur. Eylemin gerçek sonucu onlar için istenen bir sonuçtur. Niye eylemi sonlamak için pazarlığa yanaşsınlar? Onları zorlayan bir şey var mı? Bunun görülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ölüm orucunun sürdürülmesi bugün gelinen yerde egemen sınıfları rahatsız etmiyor, tersine! Onlar bekliyorlar! Bekliyorlar ki, biraz daha devrimci “telef” olsun!

Değerli arkadaşlar!

Biz eylemin taktiği/biçimi ve eylemin hazırlanışı konusunda farklı düşündüğümüzü size açıklamamıza rağmen, bütün imkânlarımızla yürüyen mücadelenin başarısı için çalıştık. Eylemi zayıflatmamak kaygısıyla hatta size içte getirdiğimiz eleştiri ve önerilerimizi şimdiye dek devrimci kamuoyuyla bile paylaşmadık. Biz örgüt olarak beklenen başarının sağlanamayacağını gördüğümüzden, eylem biçimi olarak ölüm orucunun sona erdirilmesinin devrimci mücadele ve taktik başarı için en uygun karar olacağını sizlere bildirdik ve ölüm orucunu bitirmeniz yönünde karar alınmasını önerdik.

Geçmişte ve bugünkü koşullarda, işçi ve emekçi kitlelerden güçlü desteğin yaratılmasının eylemin başarısında tayin edici unsur olduğunu düşündük, düşünüyoruz. Böyle bir destek olmadan ölüm orucunu sürdürmenin istenen sonucu almada yeterli olmayacağını düşündük, düşünüyoruz. Gelinen yerde de, ölüm orucunun sürdürülmesi halinde, devrimci örgütlerin dışındaki kitle desteğinin artmasına yol açacak ortamın oluşmayacağını düşünüyoruz. Gerçekçi yaklaşıldığında, abartılı tespitlere girilmediğinde bu gerçeğin görülmesi zor değildir. Devrimci duygulara sahip olan herkes ve her örgüt durumun bu olmasından derin üzüntü duyar, biz duyuyoruz. Gelinen yerde, ölüm orucu eyleminde ısrar etmenin devrimci harekete hiçbir yararı olmayacağını, tersine zararın artacağını düşünüyoruz. Kuşkusuz ölüm orucu eyleminin durdurulması bir iddiadan vazgeçilmesidir. Fakat gerçekçi düşünürsek, üç kapı üç kilit talebinin eylem talebi haline getirilmesiyle, ölüm orucunun çıkış noktasındaki iddiadan zaten vazgeçilmiş durumda olduğunu görürüz. Kuşkusuz ölüm orucu eyleminin talepler elde edilmeden kesilmesi, bir anlamda geçici bir yenilginin kabulüdür. Fakat biz sınıf mücadelesinde zaferler olduğu gibi yenilgilerin de olduğunu biliyoruz. Böylesi, bizim iradi olarak, ilerlemek amacıyla bir adım geri çekilmek şeklinde kabullendiğimiz bir yenilgi, elde etmemiz bugün mümkün olmayan bir talep için yeni ölüler vermek şeklindeki zaferlerden iyidir!

Taleplerin giderek aşağıya çekildiği, ölümlerin giderek arttığı, kitlelerdeki duyarlılığın giderek zayıfladığı, kamuoyunda ilginin giderek düştüğü ve bunun değişme olanağının yakın gelecekte görülmediği bu ortamda, devrimci güçlerin geçmişe oranla cılız kaldığı bu ortam ve bütün bunlara karşın düşmanın eskiye oranla daha çok fütursuz hareket ettiği bilindiğinde ölüm orucunu sürdürmek doğru değildir. Düşman bugünkü sessizlik ortamında ölümlerin sürmesini arzulamaktadır. Düşman ölüm oruçlarında şimdiden sayısı 90’lara varan devrimcinin ölmesi ve daha nicelerinin ölmesini dört gözle bekler durumdadır. Yüzlercesinin yarı-ölüler haline gelen kadrolar olmasını beklemektedir. Çünkü eylemin kendisini ciddi bir tehdit unsuru olarak görmemekte ve geri adım atmaya gerek görmemektedir.

Değerli arkadaşlar,

Yukarıda saydığımız koşullarda göz göre göre daha ne kadar ve ne için en değerli devrimci kadroların ölmesi veya sakat kalmasını göze alacağız? sorusunu kendinize sormanız gerektiğini ısrarla vurgulamak istiyoruz. Eylemin bu haliyle yürütülmesini doğru bulmadığımızı vurguluyor ve sizden eyleme bu biçimiyle son verme kararı almanızı talep ediyoruz.

Ölüm oruçlarının şimdilik durdurulmasını, yeni ve değişik taktiklerle mücadelenin sürdürülmesini daha doğru görüyoruz. Tabii ki ölüm orucu konusunda nihai kararı bizzat her ölüm oruççusu kendisi alacaktır. Fakat ölüm oruççusu arkadaşlar, örgütlü insanlar olarak hareket eden devrimcilerdir. Bu yüzden sorumluluk devrimci örgütlerin üzerindedir, devrimci örgütlerin yönetim kademelerindedir. Çağrımız bu yüzden öncelikle devrimci örgütlerin yönetimlerinedir! Şimdi yapılması gereken ölümün sınırındaki, sakatlığın sınırındaki devrimci arkadaşlarımızı o sınırdan çekip almak ve F tiplerine karşı mücadeleyi, öncelikle dışarıda ve uzun süreli bir mücadele olarak yeniden örgütlemektir.

Gelinen aşamada sizlerin ne düşündüğünüzü bizlere resmi olarak 30 Haziran 2002 tarihine kadar bildirmemeniz durumunda, ya da ölüm oruçlarını sürdürme kararında olmanız durumunda; biz Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan-Türkiye) olarak ölüm oruçları üzerine ne düşündüğümüzü sizlere gönderdiğimiz mektupları yayınlayarak devrimci kamuoyunu bilgilendirmek ve görüşlerimizi açıklamak istiyoruz.

Biz elbette ki eylemin biçimine ilişkin aynı görüşte olmasak da, ölüm oruçları mücadelesini kendi mücadelemiz olarak görüp kendi destek çalışmamızı sürdüreceğiz. Bunda bir değişiklik olmayacaktır. Hiçbir görüş ayrılığı ve eleştiri bizim faşist Türk devletine karşı mücadele birliğimizi değiştirmez.

Mektubumuza cevap vermenizi bekliyor, en içten devrimci selamlarımızı sunuyoruz.

Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan-Türkiye Merkez Komitesi
15 Mayıs 2002”
(Bolşevik Partizan, sayı 142, sayfa 15-16)

Ölüm orucu eylemcilerinin bir bölümünün
ölüm orucu eylemini sonlandırması…

“Bu mektubun devrimci örgütlere ulaştırılması sürecinde yeni bir gelişme ortaya çıktı: Ölüm orucu eylemi içinde bulunan örgütlerden sekizi (TKP/ML, MLKP, TKP(ML), TİKB, TDP, DİRENİŞ HAREKETİ, MLSPB, TKP(K) dava tutsakları adına yapılan 28 Mayıs 2002 tarihli açıklama ile bu örgütler ölüm orucu eylemine son verdiklerini, F tiplerine karşı mücadelenin bundan böyle başka eylem biçimleri ve araçlarla sürdürüleceğini açıkladılar. “Halkımıza” başlıklı açıklama aynen şöyledir:

HALKIMIZA

Emperyalizmin dünya halklarına yönelik büyük çaplı saldırısının parçası olarak, ideolojik, siyasi kimliğimizi, fiziki ve sosyal varlığımızı yok ederek, bizleri insanlığımızdan çıkarmayı amaçlayan F tipi hücre ve tecrit terörüne karşı, insanlık tarihine altın harflerle yazılacak bir direnişle yanıt veriyoruz. İnanıyoruz ki, direnişimiz, her milliyetten işçi ve emekçilerin sömürü ve zulüm dünyasından kurtulma yolundaki dindirilemez özlemlerini de yansıtmaktadır.

Bizleri teslim almayı ve bu yoldan devrimci hareketi yenilgiye uğratmayı amaçlayanlara, ölümüne bir direnişle karşı durduk. Onurumuzu ve ideallerimizi koruduk, teslim olmadık. Faşizmin bakanları, ideologları ve çanak yalayıcıları her türlü saldırı ve oyuna rağmen engelleyemedikleri irademiz ve görkemli direnişimiz önünde eğilmek zorunda kaldılar.

Hücre hücre büyüttüğümüz direnişimizle faşizmin planlarını bozduk. İdeolojik, ahlaki ve moral bakımdan biz kazandık. Bu bakımlardan devrimci iradenin üstünlüğü ve zaferi kesindir. Gelinen yerde ölüm orucu eylemimiz F tipi hücre, tecrit ve tretmana karşı mücadelemizde devrimci rolünü oynadı. Direnişimizin kahramanları, şehitlerimizin anıları önünde saygıyla eğilirken, her zaman onların davasına bağlı kalacağımıza söz veriyoruz.

Faşizmin bütün pervasızlığıyla yürüttüğü ve şimdiye kadar 92 devrim savaşçısının hayatına mal olan, yüzlerce arkadaşımızı sakat bırakan saldırılara karşı sürdürdüğümüz büyük direnişte yeni bir evreye geldik. Aşağıda isimleri belirtilen davalardan yargılanan devrimci tutsaklar olarak; değişik mücadele araç ve biçimleriyle sürdürmekte olduğumuz direnişimizin, ölüm orucu biçimini 28 Mayıs tarihinden itibaren sonlandırıyoruz. Son verilenin sadece ölüm orucu eylemi olduğunu, hâlâ sürmekte olan hücre ve tecrit saldırısına karşı direnişimizin kesintisizce devam edeceğini bir kez daha ilan ediyoruz.

Devrimci tutsakların teslim alınamayacağı şimdiye kadar yürüttüğümüz mücadeleyle defalarca kanıtlanmıştır. Bu saldırıları da püskürtecek, hücre ve tecrit terörünü yeneceğiz.

F tipi hücre saldırısı tüm topluma yönelik bir saldırıdır. Hayatı hücreleştirmeyi hedeflediği, geride kalan süreçte çok net bir şekilde açığa çıkmıştır. Dolayısıyla, bu saldırılara karşı çıkmak tüm ezilenlerin görevidir. Meşru taleplerimiz, işçi ve emekçilerin de talepleridir. Tüm ezilenleri bu taleplerimizi sahiplenmeye, hücre ve tecrit terörüne karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.

Devrimci tutsaklar teslim alınamaz!
Hücre ve tecrit terörünü yeneceğiz!
Biz kazanacağız!

TKP/ML, MLKP, TKP(ML), TİKB, TDP, DİRENİŞ HAREKETİ, MLSPB, TKP(K) dava tutsakları adına: Bayram KAMA, Yunus AYDEMİR, Cemal ÇAKMAK, Kenan GÜNGÖR, Aytunç ALTAY, Ramazan SADIK­OĞULLARI, Hasan YÜKSEL, Özgür ASLAN.” (Yeniden Atılım, 1 Haziran 2002, sayfa 4)

Alınan “direnişin ölüm orucu biçimini sonlandırma” kararı: son verilenin yalnızca ölüm orucu eylemi olduğu, “halen sürmekte olan hücre ve tecrit saldırısına karşı direnişe kesintisizce devam edileceği” açıklaması doğrudur.

Ancak bu örgütlerin dava tutsakları adına yapılan açıklamada, ölüm orucu eyleminin neden “hücre, tecrit ve tretmana karşı mücadelede” gelinen yerde terk edildiğinin doğru dürüst bir açıklaması yok. Olgu şudur: Ölüm orucu eyleminin talepleri olarak ilan edilen hedefler temel alındığında, eylemin hedeflediği amaçlardan hiçbirine ulaşılmamıştır. Faşist devlet eylemin son aşamasında çok gerilere çekilen taleplerin hiçbirini –en son gelinen noktada ölüm orucunun bitirilmesi için talep “üç kapı-üç kilit” noktasına kadar geri çekilmişti– kabul etmemiştir. Buna rağmen çok büyük iddialarla başlanılan veya sonradan girilen ölüm orucu eyleminin şimdi bitirilmesinin bir açıklaması olmak zorundadır. Ölüm orucunu sonlandırdıklarını açıklayan sekiz örgüt tutsaklarının açıklaması bunu açıklamaktan çok uzaktır. Gerçek durum bizim öneri mektuplarımızda ortaya koyduğumuz gibidir. Eğer bu eylemin bu biçimi sonlandırılacaksa, açıkça, eylemin bu biçiminin gelinen yerde eylemin amaçlarına bizi yaklaştıracak olumlu bir etkisinin kalmadığı, eylemin bu biçimde, işçi sınıfı ve emekçilerin sınıf hareketinden ayrı, bağımsız yürütülmesinin bizi istediğimiz sonuçlara götürmeyeceğinin görüldüğü vb. tespit edilmek, eylemi halkın eylemi haline getiremediğimiz için geçici bir “yenilgi” aldığımız, bizim fakat devrimciler olarak yenilgilerden de ders aldığımız vb. açıklanmak zorundaydı, zorundadır.

Devrimci tavır, gerçekleri olduğu gibi tespit etmeyi, gerçekler temelinde siyaset yapmayı gerektirir. Egemenlerin şimdiye dek, bu eylem sürecinde eylemin gerçek talepleri konusunda, gerçek anlamda hiçbir geri adım atmadıkları bir ortamda yapılan;

“Faşizmin bakanları, ideologları ve çanak yalayıcıları her türlü saldırı ve oyuna rağmen engelleyemedikleri irademiz ve görkemli direnişimiz önünde eğilmek zorunda kaldılar. Hücre hücre büyüttüğümüz direnişimizle faşizmin planlarını bozduk” vb. tespitler, gerçek durumun tespiti değildir.

F tiplerine karşı mücadelede gelinen aşamada devrimci örgütlerin bir kesiminin ölüm orucu eylem biçimini sonlandırarak mücadeleyi başka araç ve yöntemlerle sürdürmesi, ölüm ve sakat kalma sınırında bulunan devrimci kadroların ölümün, sakatlığın elinden alınması açısından devrimci sorumluluk gereği atılması gereken adımdı. Bu adımın atılmış olması doğrudur, bu geçici “geri çekilme” bu ortamda devrimci bir adımdır. Bu doğru adımın doğru gerekçelendirilmesi gerekir. Ne yazık ki açıklama bunu yapmıyor.” (Bolşevik Partizan, sayı 142, sayfa 17-18)

Ölüm orucunu sürdürenler…

Sekiz örgüt tutarsız bir açıklama ile ölüm orucu eylemini sonlandırdıklarını 28 Mayıs 2002’de açıkladılar. Daha önce ölüm orucunu başlatan üç örgüt içinde yer alan TKİP ise sessiz sedasız ölüm orucundan çekilmişti. Ölüm orucunu başlatan örgütlerden yalnızca DHKP-C bu durumda ölüm orucunu sürdüren örgüt olarak kaldı. TKEP/L de bir açıklama ile kendisinin de ölüm orucunu sürdüreceğini açıkladı. Böylece ölüm orucu eylemi 28 Mayıs 2002 tarihinden itibaren DHKP-C ile TKEP/L’nin –tabii esasta DHKP-C’nin– eylemi haline geldi.

Ölüm orucu eyleminin savunulduğu “Ekmek ve Adalet” dergisinde “Barikatı Yıkacağız, Bedelleri göğüsleyeceğiz” başlıklı bir yazıda, ölüm orucu eylemi, adeta direnişin tek biçimi olarak görülüp direniş ile ölüm orucu arasına eşit işareti konuyor ve ölüm orucu eylemini sonlandıranlar “direniş saflarını terk etmekle” suçlanıyor, ölüm orucu eylemini bırakma önerileri “oligarşiye destek” olarak adlandırılıyor.

Sözkonusu yazıda; “İddia ediyoruz; mevcut koşullarda kararlılığıyla, örgütlülüğüyle, ideolojik ve siyasi muhtevasıyla, bugün ve yarın üzerinde belirleyici etkide bulunacak başka bir direniş odağı yoktur. Direniş yarını biçimlendireceği gibi, herkesin yarınki durumunu da, bugünü, bugünkü direniş karşısındaki konumu belirleyecektir.

(…)

Kim bırakırsa bıraksın direniş devam etmek durumundadır ve edecektir” (Ekmek ve Adalet, 3 Haziran 2002, sayı 11, sayfa 5) deniyor.

Burada direniş ile ölüm orucu arasına bir eşit işareti konduğu, ölüm orucu eylemini sürdüren ve doğru bulanlar için ölüm orucu dışındaki hiçbir eylem biçiminin –feda eylemleri denen eylemler dışında– direnişten sayılmadığı açıktır. Böyle ve gelinen yerde aslında egemen sınıfların sürmesinden hiç de rahatsız görünmediği bir eylem biçiminin mutlaklaştırılması kesinlikle yanlıştır.

Ölüm orucu eylemini sürdürenler, gelinen yerde daha önce eylemin sonlandırılması için kabul ettiklerini deklare ettikleri “üç kapı-üç kilit” talebinin de geçerliliğini yitirdiğini açıklıyor ve ölüm orucu eyleminin talebinin “hücre duvarları yıkılmalıdır” olduğunu tespit ediyor. Sözkonusu yazıda şöyle deniyor:

“Üç kapı, üç kilit önerisi, en geri noktada bir uzlaşmaydı. Tutsaklar bu öneriyi kabul etti. Oligarşi uzlaşmazlığını sürdürdü. Uzlaşmayanın kim olduğu artık nettir. Taleplerin ‘aşırılığını’ ve ‘direnişin biçimini’ eleştirip yan çizenlerin asıl dertlerinin bu olmadığı da ortaya çıkmıştır. artık ‘üç kapı üç kilit” önerisi bu süreçte geçerli değildir. Hücre duvarları yıkılmalıdır. Direniş bunu hedefleyerek sürecektir. Yaşatmanın tek anlamı, duvarları yıkmaktır.” (agd, sayfa 5)

Yani ölüm orucu eylemi, “hücre duvarları” yıkılana dek sürecek bir eylemdir. Andaki güç dengesinde egemenlerin “üç kapı-üç kilit” gibi asgari bir talepte bile uzlaşmaya yanaşmadığının ve bunun işçi ve emekçi yığınlarında önemli bir tepki yaratmadığının görüldüğü, ölüm orucuna halk desteğinde en ufak bir kıpırdanma görünmediği şartlarda, bu eylem biçiminde ısrar, pratik olarak hücre duvarlarının yıkılması konusunda hiçbir kazanım elde etmeksizin yeni devrimcilerin ölümlerinin ve yeni sakatlıkların göze alınması demektir.” (Bolşevik Partizan, sayı 142, sayfa 18)

Aslında bu devrimci siyaset değil, devrimci kadrolara karşı özensiz bir sorumsuzluk siyasetidir.

Bu siyaset şimdi 2004 yılının Şubat ayı sonuna kadar aynen sürdürülüyor. Şimdi pratikteki tek fark artık TKEP/L’nin de pratik olarak ölüm orucu dışında olması, DHKP-C’nin 10. Ölüm Orucu ekibiyle ölüm orucunu sürdürmesidir. Bu arada başta da açıkladığımız gibi ölü sayısı 107’ye yükselmiştir. Devlet şartlı olarak salıverdiği sakatlarımızın bir bölümünü yeniden F tiplerine sokmaya başlamıştır.

DHKP-C tutsaklar örgütlenmesi adına 10. Ölüm Orucu ekibinin eyleme girmesi nedeniyle yapılan açıklamada;

“Üç yıldır tecrit altında düşüncelerimizle yaşıyoruz. Emperyalizme karşı bağımsızlığı, faşizme karşı demokrasiyi, kapitalizme karşı sosyalizmi savunuyoruz hala. Bu düşünceleri yaşatmak için direnişimizi sürdürüyoruz.

Tecrit emperyalizm ve oligarşik devletin ‘düşüncelerinizi değiştireceksiniz, bizim istediğimiz gibi yaşayacaksınız’ dayatmasıdır.Bu dayatmayı iflas ettirinceye kadar direnişimiz sürecek.”

denerek bir yandan, ölüm orucu eylemi “sosyalizmi, demokrasiyi vb.” savunmanın adeta tek yol ve yöntemi olarak gösterilip ölüm orucuna katılmayanlar dolaylı olarak suçlanırken; diğer yandan fakat tecridin içeriği “düşünce ve yaşama tarzı”nda devletin istediğini yapmak biçiminde doldurularak; ve ölüm orucunun “bu dayatmayı fiilen iflas ettirene dek sürdürüleceği” söylenerek; F tipleri kapatılana kadar ölüm orucu iddiasından vazgeçilmektedir.

Sorun aslında faşist egemenlerin “bizim istediğimiz gibi düşünecek, bizim istediğimiz gibi yaşayacaksınız” dayatmasını fiilen iflas ettirmekse, bu, devrimciler açısından yüzlerce, binlerce, milyonlarca kez yapılmıştır. Sınıf mücadelesinin her alanında her gün yapılmaktadır. Ölüm orucu eyleminde de çoktan iflas ettirilmiştir.

Yani bizzat ölüm orucunu sürdürenler, bütün sol radikal görünümlü sözlere rağmen gelinen yerde ölüm orucunu hâlâ ısrarla sürdürmenin gerekçesini bulmakta zorlanıyorlar.

Gelinen yerde ölüm orucu eyleminin vardığı nokta burası. Bu tabii ölüm orucunu sürdüren DHKP-C’nin kendini “en devrimci”, “en tutarlı” olarak sunmasının engeli değil.

Kimi temel yanlış yaklaşımlar:

Yukarıda eylemin gelişme seyri içinde yapılan yanlışları; yapılması gerekenlerin ne olduğunu, nelerin yapıldığını mümkün olduğunca bütünlüklü olarak ve detaylara girmeden ortaya koymaya çalıştık. Şimdi de bu yanlışlara temel olan bazı yanlış yaklaşımlara bakalım.

– Sübjektivizm…

Yukarıda çeşitli bağıntılarda göstermeye çalıştığımız gibi, alınan kararların çıkış noktası, hemen her yanlış kararda, objektif durumun yanlış değerlendirilmesi olmaktadır.

Gerçek durum olduğu gibi görülmemekte; olması istenen şeyler sanki öyle imiş gibi görülmekte ve bu temelde siyaset belirlenmektedir.

Örneğin eylemci örgütler için egemen sınıflar büyük bir çaresizlik içindedir. Eylem sonucu elleri ayaklarına dolanmıştır, halkımız eyleme, eylemcilere sahip çıkmıştır. Dünya devrimci-demokrat kamuoyu eylemi desteklemektedir vb. vb. Bütün bunlar gerçek durumun ifadesi değil, isteklerin ifadesidir.

Bu örgütler değerlendirmelerinde egemen sınıfların durumunu hep olduğundan kötü; kendi durumlarını da hep olduğundan iyi görüp gösterme hastalığına yakalanmıştır. Egemen sınıfların saldırısından birkaç gün önce “zafer kazanılmıştır”, artık iş egemenlerin “anlaşmayı deklare etmesine kaldı, o da geç değil” vb. diyebilenlerin gerçeklerle ilgisi yoktur.

Sübjektivizm sözkonusu örgütlerin değerlendirmelerinin temelidir.

Peki nasıl oluyor da bu kadar ağır bir sübjektivizm olabiliyor? Bunun açıklaması tekkeciliktedir.

– Tekkecilik…

Tekkecilik, kendi içine kapalı örgütün kendisini dünyanın merkezine koyması ve sonuçta dünya ile kendisini eşitlemesi şeklinde bir hastalıktır. Tekke üyelerinin gerçekliği, tekkenin gerçekliğidir. Sürekli olarak kendi içlerinde olanlarla, kendi kendileri ile meşgul olanlar, tekkenin “değişmez ilke”lerinde ve özellikle de doğrunun anahtarını elinde tutan tekke yöneticisinin (ki bu çoğunlukla kolektif bir önderlik değil, tek kişidir) her dediğinde keramet arayan, doğrunun tek ölçütü olarak tekkenin ve onun yöneticisinin kendisini alan, dünyaya kendi dar pencerelerinden bakanların, kendi gerçeklerini dünya gerçekliği imiş gibi görmesi anlaşılır bir şeydir.

Bu somutta, kendini “F tipi cezaevinin ölüm” olduğuna şartlandıran biri için –ki örgütlerin yaydığı “gerçeklik” buydu– F tipine girmektense, ölmek yeğdir. O zaman hiç olmadı ölümünü kendin belirlersin. Halbuki “F tipi mi, başka tip bir cezaevi mi” sorunu, devrimciler açısından ilke sorunu değildir. F tipi, bugünün Kuzey Kürdistan-Türkiye’sinde koğuş sistemine göre kazanılmış kimi hakların yitirilmesi anlamına gelir. Buna karşı direnmek haklıdır, doğrudur, gereklidir. Fakat sonuçta şu veya bu tip cezaevinde olmak ilkesel bir sorun değildir. Ve F tipini engellemeye gücümüz yoksa, egemen sınıflara tutsak olduğumuzda bizi F tipine de koyabilirler. F tipi devrimciler için ölüm vb. değildir. Devrimciler orada da yaşar, devrimciliklerini sürdürürler. Şimdi olduğu gibi! Almanya’da en ağır tecrit şartları altında teslim olmayan RAF tutukluları gibi. Yakalandığından, hunharca öldürülmesine kadar tecrit hapsinde tutulan ve işkence gören İbrahim Kaypakkaya somutunda olduğu gibi.

Örgütlü insanlar, eğer sürekli olarak esasta ve daha kötüsü yalnızca örgütlü insanlarla; daha kötüsü yalnızca kendi örgütünün insanlarıyla yan yana ise; kendi örgütü dışındaki örgütlerin yanlış olduğuna baştan iman etmiş, onların ne deyip ne yaptığı konusunda araştırma ihtiyacı duymuyorsa; karşısında mücadele ettiği düşman burjuvazinin ve onun devletinin tavrını da yalnızca kendi örgütünün resmi penceresinden görüyor ve tanıyorsa; onun biricik bilgi kaynağı örgütünün belgeleriyse ve o bununla da övünüyorsa, o insan için gerçeklik örgütün –birçok halde de örgüt yöneticisinin– dediğidir! Hal böyle olduğu zaman, son ölüm orucunda yaşadığımız sübjektif değerlendirmelerin hem de bağnazca savunulabilmesi gayet anlaşılır bir şeydir.

Tekkecilik bir başka yanlışın, örgüt şovenizminin de temelidir.

– Örgüt şovenizmi…

Kendi örgütünü, yalnızca onu, doğrunun biricik kıstası olarak gören, onu ezilen ve sömürülenlerin çıkarlarının tek ve yanılmaz savunucusu gören biri için örgüt şovenisti olmanın mantıki temeli hazırdır. Örgüt, ezilenlerin biricik ve tek temsilcisi ise, onun çıkarları ile ezilenlerin çıkarları bir ve aynıdır. Bundan kuşku duymak, mutlak doğrudan kuşku duymaktır. Soruna böyle yaklaşanlar için kendi örgütlerinin çıkarları her eylemin, her hareketin çıkış noktasıdır. Onların örgütü halkın çıkarlarının gerçek temsilcisi olduğuna göre, diğerleri fazla önemli değildir. Örgütün güçlenmesi, halkın güçlenmesi olacaktır. O halde her şey örgütün güçlenmesine hizmet etmelidir. Diğerleri de halkın çıkarlarını temsil ettikleri iddiasında oldukları ölçüde, rakiptirler, ne yapıp edip bunlardan daha iyi, daha yiğit, daha devrimci, daha tutarlı vb. olunduğu gösterilmelidir.

Örneğin birileri çıkıp arkadaşlar, ölüm orucu içinde bulunulan anda zamansız bir eylem derse, onu küçük-burjuva korkaklıkla, ölümden korkmakla vb. suçlamak elzemdir. Ya da böyle bir tavrı örneğin “devlet ağzından konuşmakla” suçlarsanız bayağı puan toplarsınız! Hele hele birileri doğrudan doğruya sözkonusu örgütten kopup da başka bir örgüt yapısıyla devrimcilik yapmaya devam ediyorsa, o hepten kötüdür. Çünkü bunlar örgüt yıkıcısıdır! Doğrudan örgüte saldırmakta, onun bildikleri kimi pisliklerini –kendilerinin ne kadar temiz olduklarından bağımsız olarak– ortaya dökmektedirler. Bu gibileri yaşatılmamalı, susturulmalıdır. İşte Dev-Sol’a karşı DHKP-C’nin tavrı. İşte KP/İÖ’ye karşı MLKP’nin tavrı. İşte PKK’nin muhaliflerine karşı tavrı vb. vb. Küçük-burjuva rekabetçiliği ve örgüt şovenizmi de, bu somut ölüm orucu eyleminde, üç örgütün ölüm orucunu diğer kimi örgütlerin –ki bunlar devrimci örgütlerin çoğunluğu idi– karşı olan tavırlarına rağmen, başlatılan tarihte ve biçimde başlatmasında kuşkusuz rol oynadı. Ve bu kararın kaldırılması da kuşkusuz bunun için bunca zor oluyor.

Bir de özellikle ölüm orucu eylemlerinde uç noktalarına varan bir hastalık daha var.

– Şehit yaratma ideolojisi…

Bu bağlamda önce şunu söylemek istiyoruz. Birçok burjuva liberali, ölüm orucu eylemleri bağlamında, devrimcilere, onların ölümü kutsadıkları, hayatı sevmedikleri vb. iftirasını attı. Bunlar “ne olursa olsun yaşama”nın propagandasını yaptılar. Burjuvazi medyanın tüm gücüyle, ölümlerin sorumlusu olarak devrimcileri, devrimci örgütleri gösterdi. Bu korkunç bir sahtekârlıktır. Ölüm orucu eylemleri, devrimcilerin “ölümü kutsadıkları”, hayatı sevmedikleri vb.ni değil, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de en basit haklar için bile ölümüne bir mücadelenin göze alınıp yürütülmek zorunda kalındığını, devrimcilerin “ne olursa olsun hayat”tan değil, insanca yaşamaktan yana olduğunu, insanca yaşamayı, uğruna ölmeyi bilecek kadar çok sevdiklerini gösterdi, gösteriyor. Biz bu konudaki görüşlerimizi Bolşevik Partizan No. 134’te yayınladık. Bu yazıyı da ek olarak koyuyoruz. (Bkz. Ek – 3)

Bu meselenin bir ve esas yanı. Fakat diğer yanda, devrimci örgütler içinde ve çevresinde oldukça yaygın olan bir yanlış var. Ve bu yanlış özellikle ölüm orucu eylemlerinde iyice gelişmiş biçimlere bürünüyor. Bu yanlış, bizim “şehit yaratma ideolojisi” ya da “şehit ideolojisi” dediğimiz yanlıştır. Bu yanlışın içeriği, bir devrimci için ulaşılacak en yüksek mertebenin devrim mücadelesi içinde “şehit olmak” olduğu şeklindedir. Soruna böyle yaklaşıldığında, en büyük, en tutarlı, en iyi devrimci, devrim davasında “şehit düşen” devrimcidir. Bu bağlamda biz şu görüşteyiz:

Devrimci, devrimciliği emekçilerin daha iyi bir yaşama kavuşması için yapar. Devrimci, yaşama, onun uğrunda ve zorunlu olduğunda ölmesini bilecek kadar bağlıdır.

Ölüm, her canlının hayatında, günün birinde kaçınılmaz olarak gelecek olan, hayatın bittiği noktadır. Devrimci, hayatı boyunca, yaşamı –kendisinin de parçası olduğu emekçiler için– daha iyi hale getirmek için mücadele eder. Devrimci, bütün hayatı boyunca, devrime hizmet ettiğine göre, ne kadar yaşarsa devrime o kadar katkıda bulunacak demektir. Bu yüzden devrimci açısından sağlıklı ve uzun yaşam, yaşamın amacı değil, ama yaşamı devrim için araç olarak kullanmak açısından önemlidir.

Ölüm, bilinçli tercih olarak ele alındığında, devrimci için ancak, bu ölüm devrimci faaliyet için, yaşamdan daha fazla bir şey getirecekse seçilecek bir alternatif olur. Diyelim ki, bir savaş içinde bir cephaneliğin uçurulması ancak bir intihar eylemiyle mümkündür. Ve bu binlerce can kurtaracaktır vb. O zaman ölüm yaşama tercih edilir. Kuşkusuz böyle devrim için bilinçli tercih olarak yapılmış bir ölüm; normal bir vatandaşın normal bir ölümünden; ya da bir normal vatandaşın normal bunalım sonucu intiharından değişiktir, değerlidir. Fakat bu ölüm, bütün hayatını devrim için çalışmayla geçirmiş 90 yaşında yatağında ölen bir devrimcinin ölümünden özde farklı değildir. Her iki devrimcinin ölümü de Mao’nun deyimiyle “Tay Dağından yücedir”. İnsan devrimci olarak yaşamalı, devrimci olarak ölmelidir. Devrimcinin hedefi, amacı, yaşamı içinde devrimi gerçekleştirebilmek için en fazlasını yapmak, mümkünse devrimi gerçekleştirmektir. Devrim için en fazlasını yapmak, içinde bulunulan somut bir durumda ölmeyi gerektiriyorsa, devrimci gözünü kırpmadan ölmeye hazır olandır. İşin esası budur.

Ölüm konusunda özellikle ülkemizdeki küçük-burjuva devrimcilerinde, yer yer ölümü yücelten, onu bir devrimcinin varabileceği en yüksek mertebe olarak gösteren tavırlar vardır. Sanki devrimci mücadelenin esas amacı “devrim şehitleri kervanına katılmakmış” gibi propagandalar az değildir. “Şehit olmak” –aslında bu kavram da, Ölüm “Orucu” kavramı da dinden ödünç alınan kavramlar, bunlar bizim kavramlarımız değil, fakat Kuzey Kürdistan-Türkiye devrimci hareketinde bu kavramlar öyle yerleşmiş durumda ki, bunları kullanmaksızın derdinizi anlatmak güç!– yer yer âdeta en önemli amaçlardan biri imiş gibi görülüyor.

En baştan itibaren, ölüm orucuna yatanlar, birbirleriyle en ön sırada “Şehitler kervanına katılmak” için yarışıyorlar. Amaç eylemin hedefi olan “F tiplerinin engellenmesi”ne ölümsüz varmak değil. Böyle bir şey hesap içinde zaten yok! Bunun devrimci bir yaklaşımla değil, ama dinci şehit ideolojisiyle yakın bağları vardır. Kuşkusuz çıplak canlarından başka bir silahı olmayan tutsak devrimcilerin, ölümlerin en zorunu seçerek, kendilerini hücre hücre öldürmeleri, muazzam bir devrimci iradenin işaretidir. Kutsanacak, kutlanacak bir irade söz konusudur burada. Fakat bu iradenin yer yer “şehitliği” varılabilecek en yüce mertebe olarak gören anlayışla iç içe girmesi yanlışı yapılmaktadır. Bu yanlışın aşılması gereklidir.

Bütün yanlışların gerisinde, bir temel yanlış, devrimci öncülüğün “temsiliyetçilik” olarak kavranması yanlışı yatmaktadır.

– Temsiliyetçilik…

Komünistler için sorun açıktır: Devrim işçilerin, emekçilerin, halkın eseri olacaktır. Devrimin öznesi ezilen halk yığınlarıdır. Komünistler halkın bir parçası ve halkın önemli bölümünü oluşturan, kapitalist toplumun sonuna dek devrimci tek sınıfı işçi sınıfının en bilinçli, örgütlü, öncü müfrezesi olarak, işçi sınıfını ve halk yığınlarını aydınlatma, örgütlenmesine yol gösterme, onların önünde yürüme görevine sahiptir. Komünistler işçi sınıfına ve emekçilere bu anlamda “öncülük”, “önderlik” etme görevine sahiptir. Fakat komünistler, halksız, halk adına devrim yapma görevine vb. sahip değildir. Halksız devrim olmaz! KOMÜNİSTLER İŞÇİ SINIFI VEYA HALK ADINA devrim yapamaz. Komünistler, attıkları her adımda, yaptıkları her eylemde, işçi sınıfı ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmeyi çıkış noktası alır. Öncülük, halk adına iş yapma anlamında değil, halkın önünde yürüme –fakat halkın onları izleyebileceği bir mesafede önünde yürüme– anlamında bir öncülüktür.

Buna karşı bir başka çizgi vardır. Bu çizgiye göre, önemli olan halkın çıkarlarını savunmaktır. Halkın çıkarlarını savunan, onun iradesini temsil ediyor demektir. Halkın çıkarlarını gerçekten savunan, halkın bilinç ve örgütlenme seviyesi nerede olursa olsun, halk ister hazır olsun, ister olmasın, ister desteklesin, ister karşı olsun, halk adına, onun temsilcisi olarak doğru bildiği eylemi yapar. Halk eninde sonunda adına yapılan eylemlerin doğru olduğunu kavrayacak, halk adına iş yapanlara desteğini sunacaktır. Ve onlar böylece eninde sonunda, halk adına devrimi gerçekleştireceklerdir.

DHKP-C foko teorisinin savunucusu bir kökenden geliyor. “Oligarşinin bağrını gümbür gümbür döven foko eylemleri” ile halkın ayaklandırılacağını düşünüyor. Bu yüzden de halk adına yapılan “fedai eylemleri”ni, günün en devrimci eylemleri olarak görüyor, savunuyor. Halkın halk adına, halkın temsilcisi olarak yapılan eylemleri yeterince desteklememesi halinde, bu çizgi daha sonra halka sövmeye kadar da varabiliyor. Bir yandan halk ve işçi sınıfına sınırsız övgüler, diğer yandan “vurulduk ey halkım, unutma bizi” türküleri birbiriyle çelişmiyor. Aynı şekilde, örneğin ölüm orucu eylemi somutunda, devrimcilerin en yakın müttefikleri konumunda olan İHD gibi örgütlere “kına yakın” ve “Batı Avrupa emperyalizminin işbirlikçisi” sövgülerinin, bu sövgüleri yapanların aynı anda Avrupa Parlamentosu kulislerinde yeşillerin, sosyal-demokratların desteğini almak için yoğun faaliyet yürütmeleri ile çelişmediği gibi. Her iki halde de faydacı bir tutarsızlık sözkonusu.

Şimdi MKP adını alan TKP(ML), Çin devriminde 400 milyon köylünün ayaklandığı bir ortama uygun bir toprak devrimi çizgisini, tarihinde toprak talebiyle ciddi bir ayaklanma yaşanmamış olan bir ülkede uygulama iddiasında. Şimdilik fakat halk adına yapılan ve fakat halkın büyük çoğunluğunun talebi olmadığı açık olan “cezalandırma eylemleri”yle uğraşıyor. İşte bu temsiliyetçilik çizgisidir.

Burada:
Örgüt = örgütün dar çevresi = halktır.
Örgüt halkın çıkarlarını savunuyorsa, onda halkın iradesi temsil ediliyor demektir.
O halde örgüt iradesi = halkın iradesidir.
Sonuç:
Örgüt ne istiyorsa, halkımız da onu istiyor demektir. Bu yüzdendir:

“Ölüm orucunun kızıl bantlarında halkın iradesi yansıyor”… denmesi. Eğer gerçek durum bu olsaydı, 19 Aralık katliamı bu biçimde yaşanmazdı. Halk esasında tavrıyla bu konuda iradesinin ne olduğunu ortaya koymuştur.

Ya bu gerçeği kabul eder, bu gerçeği çıkış noktası alan bir siyaset izleriz. Bu var olan gerçekliği, dünyayı değiştirebilmenin ön şartıdır.

Ya da kimilerinin yaptığı gibi, kendi irademizi halk iradesiyle eşitleyip kendimizi kandırırız. O zaman da dünyayı değiştirme iddiamız hep iddia olarak kalır.

Şubat 2004

 

Dipnotlar:

* TKP(ML) 2002 yılı sonunda yaptığı bir kongrede ismini Maoist Komünist Parti olarak değiştirdi.

** Grup Yorum’un 23 Ocak 2004 tarihli basın açıklamasında bu konuda şu bilgiler veriliyor:

“Bulunduğu Tekirdağ F Tipi Hapishanesinden bir yıl kadar önce tedavisini yaptırmak üzere 399. maddeden tahliye edilen Grup Yorum elemanı İhsan Cibelik TUTUKLANDI! Tutukluyken sürdürdüğü Ölüm Orucunun 253. gününde kendisinin hiç bir talebi olmaksızın tahliye edilen İhsan Cibelik, dün akşam Ankara’da hakkında tutuklama kararı çıkartılarak göz altına alındı ve bu sabah tutuklandı.

İhsan dışarıda tedavisi sürerken gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Kendisi Ölüm Orucundan dolayı Wernicke Korsakof hastalığına yakalanmış ve tedavisini sürdürmekteydi. Ama bugün onu tutuklayanlar tedavi olmasına izin vermedi. (...)”

*** Ek’te sözkonusu mektubu yeniden bilginize sunuyoruz.

 

[Ölüm Orucu Giriş Sayfasına dön]