Devrimci tutuklular faşizmin zindanlarında bir kez daha direniş destanları yazdılar… Bir kez daha faşizmin kendini en güçlü gördüğü ve objektif olarak da en güçlü olduğu alanda, hâkim sınıflar, devrimci tutukluların can bedeli kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar.
Bir kez daha, sınıf mücadelesinin en sert yürüdüğü, hâkim sınıfların en avantajlı olduğu alanda, devrimci onur, devrimci kişilik mücadelesinden devrimciler yenilmeden çıktılar.
3 Temmuz’da ölüm orucuna dönüştürülen açlık grevi karşısında önce “pazarlık yok” diyen hâkim sınıf temsilcileri, devrimcilerin ölümüne kararlılığı karşısında, tükürdüklerini yalamak ve devrimci tutuklu temsilcileriyle pazarlığa oturup, anlaşma imzalamak zorunda kaldılar.
Devrimciler bu sonuç için çok ağır bir bedel ödemek zorunda kaldılar. Devrim davası için ölüme hazır 12 yiğit devrimciyi yitirdik! Onlarca devrimci, ölüm orucunun sonuçlarını, yaşadıkları sürece çeşitli sakatlıklar biçiminde üzerinde taşıyacak!
DHKP/C davası tutuklularından A. Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Müjdat Yanat, Yemliha Kaya ve Ayçe İdil Erkmen; MLKP davası tutuklularından Hüseyin Demircioğlu; TİKB davası tutuklularından Ulaş Hicabi Küçük, Tahsin Yılmaz, Osman Akgün; TKP(ML) davası tutuklularından Aygün Uğur, Ali Ayata ve Hayati Can artık bedenen aramızda yok.
Fakat onlar, devrimci kararlılığın, özverinin, davaya bağlılığın sembolleri olarak devrim davasında sonsuza dek yaşayacak. Onlar haklı bir dava için can bedeli bir mücadelede öldüler…
Kuzey Kürdistan-Türkiye ve bütün dünyada, yüreği, sömürüsüz yeni bir dünya için atan işçilerin, emekçilerin, devrimci insanların yüreğine gömüldüler. Onlar unutulmayacak!
Yapılan anlaşmanın ortaya koyduğu gibi, ufacık tavizlerle bile bu ölümleri engelleme imkânları ellerinde olan hâkim sınıflar, onların siyasi temsilcileri de bu 12 yiğit devrimcinin katilleri olarak unutulmayacak!
Aramızdan bedenen ayrılan 12 yiğit devrimci kardeşimizin acısını, devrimci enerjiye dönüştürmek, onların devrimci kararlılığını örnek alarak, devrimci örgütlenmeyi, mücadeleyi yılmadan sürdürmek, yükseltmektir görev!
Biz bu bilinçle, Marmara Bölgesi adına çıkarılan bir bildiride dendiği gibi, ölüm orucunda yitirdiğimiz 12 devrimciye sesleniyoruz:
“Selam size güneşin çocukları!...
Selam, bin selam direnişin eşsiz kahramanları...
İnancınızla taçlandırdığınız kızıl bedenlerinizin önünde saygıyla eğiliyor ve diyoruz ki: Sizler devrim tarihinin altın sayfalarında yerinizi alarak, yüreklerimizi fethettiniz.
Doruklara çıkardığınız bayrak asla yere inmeyecek!”
Ülkemizde faşizm öylesine barbar ki, en basit demokratik hakları elde edebilmek için bile, ölüm göze alınmak zorunda kalınıyor. Aydın denenlerin, demokrat geçinenlerin yüreklerinin sağır kulakları ancak ölüm çığlıklarını duyabiliyor. Ve hâkim sınıfların siyasi temsilcileri döndürüp, itirafçılaştıramadığı devrimci tutsaklar konusunda “asmayalım da besleyelim mi” mantığı temelinde hareket ediyor.
Onlar, eğer dayanışma hareketlerinin giderek geliştiğini görmeseler, emperyalist ağababalarının “bu ölümler çok oluyor, artık durdurun” baskısını hissetmeseler ve 10 bin PKK tutsağının da açlık grevine yeniden başlaması olgusu vb. olmasaydı, daha onlarca devrimcinin ölümünü, ellerini sevinçle ovuşturarak bekleyeceklerdi.
Ağarlar, Kazanlar, Erbakanlar, Çillerler, Karadayılar vb.dir 12 devrimcinin somut katilleri. Onlar bu katliamı emperyalizme bağımlı hâkim sınıflar adına, onların devleti adına gerçekleştirdiler. Faşist devlet, faşist düzendir katil!
Katillerden er geç hesap sorulacak, hiçbir suç cezasız kalmayacaktır!
Hesap sormanın en doğru yolu, eli kanlı faşist düzeni devrimle yerle bir etmektir. Ağarlar, Kazanlar, Erbakanlar vb. değişir. Onların bugün yüklendiği fonksiyonları, yarın başkaları doldurur. Şu veya bu faşistin değil, faşist düzenin yok edilmesidir sorun!
İşçilerin, köylülerin, emekçilerin devrimiyle faşist düzen yerle bir edilecek ve böyle sorulacaktır hesap! Bu gelişmeler, bir kez daha insanca yaşayabilmek için bu faşist düzeni devrimle yıkmaktan başka yol olmadığını gösterdi, gösteriyor. Ya faşist barbarlık, ya devrim! Gerçek alternatifler bunlar!
12 devrimciyi yitirdiğimiz, onlarcasının sakat kalacağı ölüm orucu, 28 Temmuz’da tutuklu temsilcileriyle, devletin gayri-resmi arabulucuları arasında yapılan anlaşma sonucu bitirildi. PKK’nın direnişi desteklemek ve genişletmek amacıyla yeniden başlattığı açlık grevleri ise anda hâlâ sürüyor.
Biz Bolşevikler, devrimci tutsakların başlattığı ve daha sonra ölüm orucuna dönüştürdüğü açlık grevi eylemi süresince bu eylem biçiminin doğruluğu yanlışlığı üzerinde tartışmadık. Kendimizi, ajitasyon-propaganda faaliyetimizde eylemin doğru taleplerine verilen destekle ve eylemin devrimci kararlılığından öğrenme çağrılarıyla sınırladık.
Eylemin taleplerinin devrim düşüncesiyle doğru birleştirilmediği yönündeki eleştiri, eylem sırasında getirdiğimiz tek eleştiri oldu. Bizim eylem içinde eylem biçimi üzerine tartışmayı gündeme getirmememizin nedeni, bizim dışımızda başlamış, yürüyen ve devlet güçleriyle, devrimcilerin karşı karşıya olduğu bir eylemde, devrimcilerin cephesini zayıflatmamaktı.
Şimdi, ölüm orucunun bitirildiği bir ortamda, gelecek için dersler çıkartmak açısından, eylem biçimi olarak açlık grevi ve ölüm orucu üzerine tartışmak mümkün ve gereklidir.
Eylem biçimi olarak açlık grevleri ve ölüm orucu
Açlık grevi (ve onun uç noktası olan ölüm orucu) ülkemizde, özellikle hâkim sınıfların elinde tutsak olan devrimciler tarafından çokça kullanılan bir eylem biçimi. Bu eylem biçimini devrimci örgütler yanında bir dizi burjuva örgüt de yer yer kullanıyor. Açlık grevine ilişkin komünist, devrimci tavrın çıkış noktası, Marksizm-Leninizm’in eylem biçimleri sorununa ilkesel yaklaşımıdır.
Bu yaklaşımı Lenin şöyle formüle etmiştir:
“Her Marksistin mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır; ve bunları “kafadan uydurmaz”, bilakis devrimci sınıfların hareketinin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte sürekli olarak yeni savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm bu açıdan, eğer böyle ifade etmek gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere meclis “sistemcilerinin” keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından uzaktır. (…)
İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını talep eder. Bu sorunu somut tarihi durumun dışında ele almak, diyalektik materyalizmin alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, milli-kültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana biçimleri haline gelir; ve buna bağlı olarak ikinci dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin verili aşamasında verili hareketin somut durumunu iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya çalışmak Marksizmin zeminini tamamen terk etmek demektir.” (Lenin, Partizan Savaşı, Tüm Eserler Cilt X, sayfa 113-115; Leninizm Defterleri: 7. Defter, “Proleter Devrimin Stratejisi ve Taktiği”, İnter Yayınları, İstanbul 1992, sayfa 28-29)
Yani kısacası, Marksistler hiçbir mücadele biçimini ilkesel olarak reddetmezler ve bir mücadele biçiminin andaki doğru veya yanlışlığını, somut (tarihi) duruma bağlı olarak ele alıp değerlendirirler.
Bu bağlamda da, her somut durumda, yapılan her eylemin, seçilen her eylem biçiminin doğruluğunun bir kıstası vardır: İşçi ve emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyinin yükseltilmesine azami katkı!
İçinde bulunulan her somut durumda, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri devrime en çok yaklaştıran, onların bilinç ve örgütlenme düzeyini en fazla yükseltmeye hizmet eden eylem ve eylem biçimi doğru olandır.
Marksistler açısından açlık grevi, (ve onun en uç biçimi olan ölüm orucu) sınıf mücadelesinin belli bir aşamasında bizzat kitlelerin mücadelesi içinde ortaya çıkmış olan bir mücadele biçimidir. İlkesel olarak reddedilemez! Belirli tarihi şartlarda, bu mücadele biçimi de Marksistler tarafından kullanılabilir.
Ancak bu mücadele biçimini, diğer bir dizi mücadele biçiminden ayıran kimi temel özellikler bilinmek zorundadır.
Nedir bu özellikler?
» Açlık grevi (ve onun en uçtaki biçimi ölüm orucu), bir pasif direniş eylemidir. Açlık grevi; grev, işgal, miting, yürüyüş, silahlı eylem vb. eylemlerin tersine, eylemcilerin aktif değil, pasif direniş içinde olduğu bir eylem biçimidir.
Bu eylemde, eylemin kendisi, eylemcinin yemek yemeyi (uç noktasında su içmeyi) reddetmesidir. Eylemci, doğrudan kendine zarar verme yoluyla, belli taleplerini duyurmaya, bunları kazanmaya, hâkim sınıfları –kendi kendine zarar vererek, uç noktasında kendini öldürerek– teşhir etmeye çalışmaktadır.
» Açlık grevi, genelde öncelikle devrimci kamuoyuna değil, devrimci olmayan ve fakat hümanist konumda bulunan liberal, reformist kamuoyuna yönelik bir eylem biçimidir. Açlık grevi, eylemcinin kendini açlığa mahkum ederek, kendine zarar verme yoluyla sesini duyuran yapısıyla, öncelikle insanların insani, acıma duygularına seslenen bir eylem biçimidir.
Gerçekten devrimci olan kitlelerin harekete geçirilmesi açısından bu eylem biçiminin, aktif eylem biçimlerine bir üstünlüğü yoktur. Fakat bu eylem biçimiyle, aktif eylem biçimlerini desteklemeyen, insani “acıma” duygularıyla harekete geçirilebilen bir kesimi harekete geçirmek mümkündür. Bu kesim, siyasi olarak reformist, pasifist, sınıfsal konumu itibariyle liberal burjuvazi olarak adlandırılabilecek kesimdir.
Bunun anlaşılması için bir örnek verelim: Reformist, pasifist kesim ve liberal burjuvazi, gerçekte devlete karşı, devrimci bir konumda değildir. Onlar, en iyi halde, kimi aşırılıkların törpülenmesi yoluyla devletin daha sağlam hale getirilmesini savunmaktadırlar. Bu kesimlerin, örneğin açıkça devlet iktidarını sorgulayan, devletin şiddet tekelini reddeden ve eylem içinde devlet güçleriyle silahlı çatışmayı da gündeme getiren bir zindan isyanına destek vermesi düşünülemez. Bu zindan isyanı, somut talepleri açısından, çok alçakgönüllü talepleri elde etmek için bile yapılsa ve bu taleplerin haklılığı tartışmasız bile olsa, bizzat devlete karşı isyan eyleminin kendisi, liberal burjuvazi açısından kabul edilemez bir şeydir.
Aynı kesimler, aynı taleplerle yapılan bir açlık grevini veya ölüm orucunu destekleyebilirler. Çünkü bu tip bir eylem, insani acıma duygularına seslenen bir eylemdir.
» Açlık grevi, komünistler ve devrimciler açısından, genelde sınıf mücadelesinin çok geri olduğu, sınıf hareketiyle, komünist hareketin bağlarının çok zayıf olduğu, devrimci örgütlerin, örgütlü güçlerinin çok zayıf olduğu ortamlarda; başka, daha aktif eylem biçimlerinin mümkün olmadığı ortamlarda gündeme getirilebilecek, bir anlamda andaki çaresizliğin, zayıflığın da dayattığı bir eylem biçimidir. Onun genelde sınıf mücadelesinin geri olduğu şartlara tekabül etmesi, kuşkusuz sınıf mücadelesinin yüksek olduğu bir ortamda, bu eylem biçimi hiç kullanılmaz anlamına gelmez. Açlık grevi, bunun dışında eylem biçimlerinin “dışarıya” göre çok daha sınırlı olduğu zindan ortamında daha çok gündeme gelen, getirilen bir eylem biçimidir.
» Açlık grevinin uç noktası olan ölüm orucunda, eylemci, eylemin hedefine varabilmek için taleplerin muhataplarını kendi kendini açlık ve susuzlukla öldürmekle, “intihar”la tehdit etme durumundadır. Elindeki silah çıplak canıdır!
Kuşkusuz buradaki “intihar”, hayatın zorluklarından kaçış anlamındaki basit bir bireysel kurtuluş aracı olan intihar değildir. Burada sözkonusu olan, sınıf mücadelesi içinde belirli amaçlara varmak için, canından başka hiçbir silahın kalmadığı noktada, o canı silah olarak kullanma anlamında bir “intihar”dır. Buna kelimenin gerçek anlamında intihar denmez.
Bu tipte bir “intihar”, muazzam büyük bir devrimci irade isteyen, muazzam bir devrimci kararlılık isteyen, saygı duyulması gereken bir edimdir! Yine de bir komünist ve devrimci açısından, bu tip bir “intihar” da, bir yanıyla çaresizliği ifade eder… Bu tip bir eylem, komünistler, devrimciler açısından bütün eylemler içinde, en son seçilebilecek bir eylemdir. Eğer ölüm orucuna yatan eylemci komünist veya devrimci ise, sözkonusu olan, devrim ve komünizm davası için ölmeye hazır bir candır.
Hâkim sınıflar açısından esasta, bir komünist veya devrimcinin ölümü, bir tehdit değil, istenen, özlenen bir şeydir. Hâkim sınıfların da esasta yok etmek istedikleri canı, onlara inat bir gün fazla yaşatmak ve bu yaşamda da devrim kavgasını sürdürmek, her an, hâkim sınıflara verilebilecek maksimum zararı vermektir, devrimcinin, komünistin esas görevi!
Bu bağlamda biz, liberal burjuvaların bir bölümünün, “ölüm orucu”na yatan devrimcilere “intihar etmeyin”, “size yazık oluyor”, “yaşamak en güzel şeydir” vb. yollu öğütler verdiklerini biliyoruz. Bunların öğüdü, gerçekte onursuz bir yaşamı, onurlu bir ölüme tercih yönünde bir öğüttür. Bunlar devrim için yaşamak değil, ne olursa olsun yaşamaktan yanadır. Komünist için esas olan, yaşamak değil, devrim mücadelesidir! Bunun için ölmek gerekiyorsa, ölür de…
Bilinçli bir tercihle hayatına son vermek; hayatına son vermek yoluyla “yüreklerin sağır kulaklarını” parçalamak, açmak, insanları bu yolla sarsmak, belli talepler uğruna mücadelede harekete geçirmek vb.; eylem biçimi olarak, başka hiçbir yol ve çarenin kalmadığı noktada düşünülebilir. Öyle durumlar olur ki, verili anda ölüm orucunda ölmekle verilir hâkim sınıflara maksimum zarar. O zaman, ölüm orucu da tek doğru eylem biçimi olarak dayatır kişiye, örgüte kendisini…
Açlık grevini (ve ölüm orucunu) diğer eylem biçimlerinden ayıran bu özelliklerden çıkarılması gereken sonuç şudur: Açlık grevi ve ölüm orucu, komünistler ve devrimciler açısından ilkesel olarak reddedilmeyen ve fakat eylem biçimleri arasında en son tercihler sırasında yer alan, başka hiçbir eylem biçiminin uygun ve mümkün olmadığı şartlarda seçilmek zorunda kalınabilecek eylem biçimleridir.
Açlık grevleri ve ölüm oruçları, daha çok hâkim sınıfların elinde tutsak olan ve eylem biçim ve imkânları olağanüstü ölçüde sınırlı olan devrimcilerin, komünistlerin belirli somut şartlarda başvurmak zorunda kalabilecekleri; daha çok “içerdeki” (zindandaki) sınıf mücadelesi açısından kullanılan, “dışarıdaki” mücadelede, “içerdeki” kadar önemli olmayan mücadele biçimleridir.
* * *
Şimdi bu temel yaklaşımlar ışığında, ülkemizde son gelişen ve 12 devrimciyi yitirdiğimiz ölüm orucunu somut olarak tartışmaya, değerlendirmeye geçelim:
Son açlık grevi, ölüm orucu eyleminin gelişmesi,
değerlendirilmesi
Zindanlar, ülkemizde faşizmle devrimin en sert kapıştığı mücadele alanlarından biridir. Faşist hâkim sınıflar, sınıf mücadelesinde ele geçirdikleri devrimci tutsakları teslim almak, yolundan döndürmek, itirafçılaştırmak, devlet yanlısı unsurlar haline getirebilmek ve pasifleştirebilmek için ellerinden gelen her türlü baskıyı yapıyor, her türlü yöntemi deniyorlar. Buna karşı, devrimci tutsaklar devrimci kişiliklerini, onurlarını korumak için kıyasıya bir mücadele sürdürüyorlar.
Bu mücadelede devrimci tutsaklar, bugüne dek bir dizi haklar kazandı, bir dizi saldırıyı geri püskürttü. Bunun için onlarca devrimci çeşitli eylemlerde hayatını verdi. En önemli kazanımlardan biri, kuşkusuz belirli hapishanelerde devrimci tutukluların toplu halde koğuşlarda kalmaları.
Burjuvazinin başlangıçta biraz da imkânsızlıktan yaptığı bu uygulama, devrimcilerin kolektif halde hareket etmesini kolaylaştırıyor. Burjuvazi, bu durumu değiştirmek için ve devrimci tutsakların toplu halde kalmasını engellemek için yıllardır girişimlerde bulunuyor. Her girişim yeni mücadelelerle karşılanıyor.
Bunun yanında devrimci tutsakların çok somut insani, demokratik talepleri var. Bunlar aslında basit ve fakat insanca yaşamak için önemli talepler. Bu somut talepler konusunda da her gün kavga verilmek zorunda.
İçinde bulunulan anda, “dışarıdaki” sınıf mücadelesi açısından durum, bir dizi devrimci örgütün “yükselen devrimci durum” değerlendirmesine rağmen hiç de iç açıcı değil.
Objektif olarak sınıf mücadelesi, oldukça geri bir seviyede seyrediyor. İşçi sınıfının var olan eylemleri, esasta düzen sınırı dışına çıkmayan, ekonomik reform talepleriyle sınırlı eylemler. Var olan siyasi talepler, yine düzen içi talepler ve mücadele hâkim sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşının bir aracı olarak kullanılma durumunda. Köylülüğün kendi özel talepleriyle eylemliliği yok denecek kadar az. Öğrenci-aydın hareketi küçük azınlıkların hareketi durumunda. En somut konularda bile kitlesel katılım düşük. Öncü, devrimci, örgütlü kesimin eylemliliği dışına çıkış kuraldışı. Kadın hareketi, esasta yine örgütlü azınlığın hareketi olarak, marjinal bir hareket olarak çıkıyor ortaya.
Toplumsal hareketler içinde en gelişmiş, en kitlesel hareket, PKK önderliğindeki Kürt ulusal hareketi. Bu hareket de gelinen yerde açıkça reformist bir yörüngeye oturmuş durumda.
“Dışarıdaki” hareket, devleti zorlayarak, zindandaki devrimci tutukluları özgürleştirecek bir seviyede değil. Bırakalım bu seviyede olmayı, devrimci tutukluların en basit insani haklarını elde etmeleri için bile “dışarı”da kitlesel bir hareket, bir destek yok. Destek, öncelikle tutuklu yakınlarının, örgütlü devrimci kesimin ve onun dışında insan hakkı savunucusu az sayıda derneğin desteğiyle sınırlı.
İşte böyle bir ortamda, hâkim sınıflar, ANAYOL Hükümeti ile birlikte, zindanlardaki tutsaklara karşı yeni bir saldırı hazırlığı içine girdiler ve bir saldırı başlattılar.
* * *
Bu saldırı hazırlıklarına ve saldırılara ilk tepki PKK’lı tutsaklardan geldi. PKK’lı tutsaklar 27 Mart 1996 tarihinde Diyarbakır Cezaevinde süresiz-dönüşümlü bir açlık grevi başlattılar. Bu grev, 25 Nisan’da 18 tutuklu tarafından süresiz-dönüşümsüz açlık grevine dönüştürüldü.
Mayıs ayı başlarında, 6-8-10 Mayıs tarihlerinde, ANAYOL Hükümetinin “Adalet Bakanlığı”na getirilen işkenceci başı Mehmet Ağar cezaevleriyle ilgili üç ayrı genelge yayınladı. Bu genelgelerde, zindanlarda devrimci tutsakların kazanmış olduğu bir dizi hakka karşı genel bir saldırı emri açıklanıyor, Eskişehir hücre tipi cezaevine devrimci tutuklu sevkıyatının başlayacağı ilan ediliyordu.
Bu, son dönemlerdeki en kapsamlı saldırılardan biriydi. Bu gelişme karşısında, önce PKK’nın Diyarbakır Cezaevi’nde başlattığı açlık grevi, PKK’lı tutsakların olduğu tüm zindanlara yayıldı. Ardından 20 Mayıs’ta bir dizi devrimci örgütün oluşturduğu “Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu”nun kararıyla “süresiz-dönüşümlü açlık grevi” eylemi başlatıldı. Bu eylem, 45. gününde ölüm orucuna dönüştürüldü.
PKK’nın eylemiyle, devrimci örgütlerin başlattığı ve daha sonra ölüm orucuna dönüştürdüğü açlık grevi eylemi, talepleri ve planlanması, yürütülmesi açısından birbirinden değişik eylemlerdi.
Şimdi önce PKK’nın açlık grevi eyleminin taleplerine bakalım:
PKK’nın açlık grevi talepleri içinde tek tek cezaevlerindeki durumla ilgili somut düzeltme talepleri de olmasına rağmen, açlık grevinin temel talepleri bunlar değildi. PKK’lı tutsaklar, açlık grevini şu siyasi taleplerle yürütüyordu:
“PKK’lı tutsaklar için savaş esirliği statüsünün kabul edilmesi,
-PKK’nın tek taraflı olarak ilan etmiş olduğu ateşkes çağrısına cevap verilmesi,
-Askeri operasyonların, yakıp-yıkma, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, zorunlu göç vb. politika ve uygulamaların durdurulması,
-Türkiye’nin Cenevre Sözleşmesine uyması ve uluslararası gözlemci heyetlerin gelerek savaşın sonuçlarına ve ihlallere ilişkin yerinde incelemelerde bulunması.” (Bkz. Evrensel, 25 Temmuz 1996)
Bu taleplerin yöneldiği öncelikli hedef, PKK’nın hâkim sınıflar ve emperyalistler tarafından savaşan taraf olarak, çözümün tartışılacağı taraf, muhatap olarak kabul edilmesidir. Bilindiği gibi, PKK’nın çizgisi gelinen noktada çok açık olarak hâkim sınıflarla, PKK arasında pazarlık sonucu elde edilecek “siyasi çözüm” adı verilen reformist yörüngeye oturmuştur.
Buna uygun olarak PKK’nın siyasetinin merkezinde muhatap olarak kabul edilme konusu durmaktadır. Bütün eylemlerin yöneldiği temel hedef budur. Silahlı mücadele de, gelinen yerde, bu hedefe varmanın bir aracı haline gelmiştir. PKK’lı tutsakların açlık grevi, bu çizginin zindan şartlarında uygulaması, tanınma talebinin güçlendirilmesi için bir eylemdir esasta.
PKK’nın bu taleplerinin şu anda hâkim sınıflar tarafından resmen kabul edilmeyeceği açık bir meseledir. O halde bu eylemin esas hedefi kimlerdir?
Bu eylemin esas hedefi, Türk şahinlerine baskı yapması beklenen liberal burjuvazi, “aydınlar” ve demokrasi savunucusu olduğunu söyleyen emperyalist güç ve kurumlar, kontrol için heyet göndermeye çağrılan güçlerdir.
Bu eylemin, devrimci güçleri daha fazla harekete geçirmeye yönelik bir tavrı yoktur. Talepler, devrimci güçlerin dışındaki güçlerin de kabul edebileceği esneklikte ele alınmış reform talepleridir. Ajitasyon-propagandada bu taleplerin elde edilmesi halinde de (ki anda heyet gönderme talebi dışındakiler, zaten olacak gibi değildir) özde değişecek bir şey olmadığının, çözümün devrim olduğunun propagandası yoktur.
Eylem reformist çizgide gelişen bir eylemdir. Eyleme katılanlar ne kadar militan ve fedakar olursa olsunlar, bu, reformist özü değiştirmemektedir. Eylemin reform talepleri haklı taleplerdir. Biz bu taleplerin doğruluğunu savunur, bu talepleri desteklediğimizi, bu talepler temelindeki eyleme –eleştirimizle birlikte– sınırlı destek verdiğimizi açıklarız. Eylemin devrimci bir çizgiye oturtulması talebini getiririz, bunun için mücadele ederiz, hâkim sınıfların saldırılarına karşı, eylemcilerin yanında yer alırız.
PKK’lı tutsakların Diyarbakır’da başlattıkları, sonra bütün PKK tutuklularının bulunduğu cezaevlerine yayılan açlık grevinin 50. günü aşması sonrasında, olası ölümleri engelleme amacıyla İHD, değişik kurum ve kuruluşlar ve tutuklu yakınları, tutuklulardan “ölüm sonucu doğurmayacak yöntemlerle hak arama yoluna gidilmesi”ni talep ettiler. (Bkz. Özgür Politika, 22 Mayıs 1996)
Bunun üzerine tutuklular süresiz-dönüşümsüz açlık grevini, yeniden süresiz-dönüşümlü açlık grevine dönüştürdüler. Bu arada Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı, tutuklu temsilcileriyle görüştü ve bazı somut taleplerin kabul edildiğini açıkladı. PKK’nın açlık grevi bu dönemde parça parça bitirildi.
PKK, açlık grevini, grevin talepleri olarak ileri sürülen hiçbir temel siyasi talep kabul edilmeksizin bitirdi. Buradan da, eylemin temel amacının, yalnızca bir siyasi tavrı daha fazla yaymak, propaganda olduğu görülüyor. PKK’nın açlık grevi, sonuç olarak işçi ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme seviyelerini ileri götüren, onları devrime bir adım daha yaklaştıran bir eylem olmamıştır.
PKK, devrimci örgütlerin ölüm orucunda ilk ölüler verildikten sonra, dayanışma ve direnişi genişletme, yaygınlaştırma amacıyla yeniden açlık grevine gittiğini açıklamış, 10 bine yakın PKK’lı tutsak yeniden açlık grevine başlamıştır. Bu tavır gayet olumlu bir tavırdır. Hâkim sınıfların ölüm oruçları ile pazarlığa oturmasında, PKK’nın bu yeni eylemi, kuşkusuz önemli bir rol oynamıştır.
* * *
PKK, Mayıs’ın son haftasında, Mart sonunda başladığı açlık grevini bitirirken, bu kez DHKP-C, Direniş Hareketi, Ekim, MLKP, THKP-C HDÖ, TİKB, TKEP-Leninist Kanat ve TKP(ML) örgütlerinden tutukluların oluşturduğu “Cezaevleri Merkez Koordinasyonu”, 20 Mayıs’tan itibaren, sözkonusu tutukluların bulunduğu tüm zindanlarda açlık grevi başlatma kararı aldı.
Bu açlık grevinin çıkış noktasındaki talepleri şunlardı:
“ 1- Tabutluk genelgeleri (6-8-10 Mayıs
genelgeleri) iptal edilsin.
İtirafçılaştırma dayatmalarına ve sürgünlere son verilsin.
Başta Eskişehir olmak üzere bütün tabutluklar kapatılsın.
2- Tutsak yakınlarına yönelik saldırılara son verilsin.
3- Savunma hakkımız ve tutsakların tedavileri önündeki engeller
kaldırılsın.
4- Kayıplara, infazlara, katliamlara, işkencelere son verilsin.
Başta Kürt halkı olmak üzere tüm emekçilere yönelik devlet
terörüne son verilsin.
Erzurum ve Diyarbakır zindanlarındaki vahşet son bulsun.” (Bkz.
Partizan Sesi sayı 42, sayfa 4)
Bu taleplerden ilk üçü, doğrudan mahkumlar ve onların ailelerini ilgilendiren somut reform talepleridir.
Dördüncü noktada ileri sürülen taleplerin ilk bölümünün gerçek anlamda elde edilmesi, ancak bu devletin yıkılması şartlarında mümkündür. Özellikle “Kürt halkı ve emekçiler üzerinde devlet terörü”, bu devlet var olduğu sürece olacaktır. Kayıplar, işkenceler, katliamlar, infazlar faşist devletin ayrılmaz yol arkadaşlarıdır.
Birbirinden nitelik olarak ayrı olan, bir bölümü düzen değişmeden elde edilebilir olan taleplerle, bu düzen içinde elde edilmesi mümkün olmayan taleplerin hiç ayrımsız yan yana sıralanması, bu konuda hiçbir açıklama yapılmaması ve evet bütün bu talepler elde edilinceye kadar açlık grevlerinin sürdürüleceğinin ilanı, bütünüyle yanlış bir tavırdır.
Bu gibi eylemlerde yapılması gereken, eylemde elde edilmek istenen minimum reform taleplerinin somut olarak tespiti, bunların somut talepler olarak ileri sürülmesi, bunun ötesindeki propaganda taleplerinin açıklamalarda yer almasıdır. Her halükârda, bütün reform talepleri elde edilse bile, özde değişecek bir şeyin olmadığı, ülkemizde gerçek demokrasinin ancak devrimle kazanılabileceği, eylemin açıklamasında da yer almalıdır.
Ancak böyle bir açıklama temelinde yürütülecek bir eylem, kitlelere yanlış bilinç vermez, onlara doğru bilinç taşır, bilinçlerini ve örgütlenmelerini yükseltmeye hizmet eder. Bunun dışındaki tavırlar, kullanılan laflar ve ileri sürülen talepler ne kadar radikal olursa olsun, mücadeleyi yürütenler ne kadar fedakar olursa olsun, sonuçta hâkim reformizmin çerçevesini aşamaz.
20 Mayıs’ta, bir dizi devrimci örgütün başlattığı eylem de, siyasi çizgisi itibariyle gerçek anlamda devrimci bir temele oturan bir eylem değildi. Buna rağmen, eylemin talepleri haklı, desteklenmesi, savunulması gereken taleplerdi. Eylemin taleplerinin haklılığı savunulurken, eylemin siyasi çizgisindeki tutarsızlıklar da eleştirilmek zorundaydı.
Şimdi, bu noktada şu soru da tartışılmak zorundadır: Süresiz-dönüşümlü açlık grevi, eylem biçimi olarak bu taleplerin savunulmasında en uygun eylem biçimi miydi? Daha başka eylem imkânları var mıydı? Bizim birinci soruya verdiğimiz cevap olumsuz; ikinci soruya verdiğimiz cevap ise kesinlikle olumludur.
Evet, 20 Mayıs’ta devrimci örgütler başka, daha aktif eylem kararları da alabilirlerdi. Ve bu tip eylemlerle de dertlerini aynı ölçüde duyurabilirler, dışarıdaki devrimcilerin desteğini alabilirler, dıştaki devrimci harekete ivme katabilme işini yapabilirlerdi.
Örneğin, “tabutluk” denen cezaevlerine, var olan cezaevlerinden sevkıyata karşı topyekûn aktif direnme kararının alınması ve bunun ilanı. Ve bunun uygulanması. Hâkim sınıfların herhangi bir mahkumu götürmeye kalkması halinde isyan vb.
Kuşkusuz bu, liberal burjuvazinin, sonradan devreye giren aydınların vb.nin ölüm orucu ölçüsünde destekleyecekleri bir karar olmazdı. Fakat çıkış noktası, devrimci kesimlerin, işçi ve emekçilerin harekete geçirilmesi olsaydı, alınan direniş kararı, açlık grevi eylemi doğrultusunda değil, militan, aktif direniş eylemleri yönünde olurdu. 20 Mayıs’ta devrimci örgütlerin yukarda ortaya koyduğumuz talepler ve siyasi çizgi temelinde başlattıkları açlık grevine katılanların sayısı her geçen gün artarak, Temmuz başlarında 2000’e yaklaştı. Ancak “dışarıda” bu açlık grevlerine tutuklu ailelerinin, devrimci örgütlerin eylemliliği dışında önemli bir destek yoktu.
Medya açlık grevlerini yok sayıyor, belli ölçülerde umut bağlanan “aydınlar”dan ve Batı’nın “demokratik” –emperyalist– kurumlarından önemli bir ses gelmiyordu. Bu şartlarda açlık grevi, gönüllülük temelinde seçilmiş mahkumların bir bölümü tarafından “ölüm orucu”na dönüştürüldü. 3 Temmuz’da, grevin ölüm orucuna dönüştürüldüğü kamuoyuna açıklandı. Bu biraz hareketlenme getirdiyse de, yine de ilk ölümler başlayana kadar önemli bir değişiklik olmadı.
Bu arada hâkim sınıflar adına hükümet sözcüleri “taviz vermeyiz” yollu kararlılık gösterileriyle ölüm orucu cephesini bölmeye, eylemi durdurmaya çalıştılar. Bunun nafile çaba olduğunu devrimci tutuklular pratik tavırlarıyla gösterdiler. 22 Temmuz’dan itibaren ölümler başladı ve birbirini izledi.
İlk ölümlerle birlikte “dışta” hareket, devrimci örgütlerin doğrudan harekete geçirdiği kesimlerin dışına da taşmaya başladı. Medya artık olayı suskunlukla geçiştiremez duruma geldi. “Aydın” denen kesimden ve liberal kesimden “Bu ölümleri durdurun!” baskısı gelmeye başladı.
Bu arada Avrupa’daki emperyalist güçler ve kurumlar ve ABD de devreye girerek, “ölümlerin durdurulması için gerekenlerin yapılması” dilek ve isteklerini (siz talimatlarını okuyun) ilettiler. Bu arada PKK’lı 10 bin tutsak da dayanışma için, cepheyi genişletmek için yeniden açlık grevine başladı.
Sonuçta, daha önce yüksek perdeden atan hükümet, bu gelişmeler karşısında, ölümlerin daha fazla artmasının, devlete daha fazla zarar vereceği, dışta mücadelenin yükselmesinin çıkış noktası olabileceği korkularıyla geri adım atmak zorunda kaldı. En azından kâğıt üzerinde tutsakların kimi taleplerinin kabul edildiği açıklanmak zorunda kalındı.
28 Temmuz’da, 12. ölüden sonra, tutuklu temsilcileriyle arabulucuların imzaladığı anlaşmayla ölüm orucuna son verildi…
Ölüm orucuna son veren protokol, 29 Temmuz tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlandığı biçimiyle şöyle:
“– Eskişehir Cezaevi siyasi tutuklulara
kapatılacak.
– Hastane ve mahkemelere sevklerde uygulanan baskı ve şiddetten
vazgeçilecek.
– Tüm cezaevlerinde insani yaşam koşullarına uygun ortak ve tek
bir statü oluşturulacak.
– Ailelerimize yönelik gözaltı, baskı ve işkence
uygulamalarından vazgeçilecek.
– Kazanılmış demokratik hakların uygulanmasına devam edilecek.
– Dış güvenlik kaynaklı keyfi uygulamalara bakanlık önlem
almalıdır.
– Temsilcilerle, tutukluların görüşmeleri hiçbir şekilde
engellenmemeli.
– Tutuklular arasında sosyal ve kültürel ilişkiler
engellenmemeli.
– Mektup ve yayın alımında hiçbir engel çıkarılmamalı.
– Kazanımların ve yasal hakların uygulanmadığı cezaevlerinin
sürekli olarak heyetle takibi sağlanmalı.
– Ağar döneminde çıkarılan Mayıs genelgelerinin özeti
biçimindeki 9 Temmuz genelgesinin sevklere ilişkin maddeleri
iptal edilmeli. Yeni tutuklular Ümraniye Cezaevine
gönderilmeli.”
Önce, hâkim sınıfların, siyasi tutukluların bir takım talepleri üzerine onların temsilcileriyle oturup görüşmek zorunda kalmış olmaları ve reform taleplerinin önemli bir bölümünü en azından kâğıt üzerinde kabul ettiklerini açıklamak zorunda kalmış olmaları eylemin başarısıdır. Devrimciler bu başarıyı can bedeli bir mücadeleyle, devrimci azim ve kararlılıkla kazanmışlardır. En başta tespit edilmesi gerekli olgu budur!
Fakat bunun yanında, bu başarının nasıl bir başarı olduğu, verilen bedele değip değmediği; bu bedelin göze alındığı bir noktada, daha başka eylemlerin mümkün ve doğru olup olmadığı da tartışılmak zorundadır.
Grevi yürüten tüm örgütler, grevin yalnızca başarı yönünü öne çıkartıp “Zafer kazandık!” tespitleriyle, ödenen bedelin kazanılana değip değmediğini tartışmaktan özenle kaçınıyorlar. Şimdi bunu da tartışmak gereklidir!
Ölüm orucunun talepleriyle, imza atılan protokol karşılaştırıldığında iki önemli noktada talep edilenle, kazanılan arasında fark görülmemektedir.
Birinci nokta, “Tabutlukların kapatılması” talebiyle ilgilidir. İmzalanan protokolde tabutlukların kapatılması sözkonusu değildir. Yalnızca “Eskişehir Cezaevi”, o da yalnızca “siyasi tutuklulara kapatılacaktır”. Bu konuda bir uzlaşma sözkonusudur. Kuşkusuz, genelgelere göre, bir iyileşmedir elde edilen ve fakat öne sürülen talebin elde edilemediği de olgudur.
İkincisi, taleplerin dördüncü maddesiyle ilgilidir. Hatırlanması için bir daha yazalım. Ölüm orucunun talep listesinin dördüncü maddesinde şunlar söyleniyordu:
“Kayıplara, infazlara, katliamlara, işkencelere
son verilsin.
Başta Kürt halkı olmak üzere tüm emekçilere yönelik devlet
terörüne son verilsin.
Erzurum ve Diyarbakır zindanlarındaki vahşet son bulsun.”
Bu dördüncü maddeden protokolde eser yoktur. Ne olmuştur? Dördüncü maddede ileri sürülen talepler, artık savunulması gerekli olmayan talepler mi? Ya da, bu talepler ciddi olarak ileri sürülen talepler değil miydi? Ya da açlık grevi sonucunda bu talepler elde mi edildi de, açlık grevi bitirildi? Yoksa, bu taleplerin ölüm orucunun talebi olarak, reform talepleri yanında aynı düzeyde ileri sürülmesi mi yanlıştı?
Biz, sonuncusu olduğunu, daha önce açıkladık. İlginç olan, kazanılan başarıyı abartarak “Özgür tutsaklar, din tüccarı, mafyacı, katil Refah-Yol hükümetini dize getirdi ve tüm talepleri kabul ettirdi, ölümü zaferle yendik, halk kazandı” (abç) (Kurtuluş sayı 55, kapak) diyenlerin, dördüncü maddeyi tümden unutmuş olmalarıdır. Bu ciddiyetsiz bir tavırdır.
Kazanılan başarı, sonuç olarak, oldukça basit reform taleplerinin hâkim sınıflar tarafından –o da resmi temsilciler değil, arabulucular aracılığıyla– kâğıt üzerinde kabulü biçiminde bir başarıdır. Hâkim sınıflar, imzaladıklarını da uygulamak amacıyla değil, hareketi şimdilik durdurma amacıyla imzalamıştır. Ölüm orucu bittikten sonra değişen çok az şey vardır. Bu başarının abartılması yanlıştır. Biz, başarı eğer “taleplerin kabulü” ile ölçülüyorsa, böyle bir başarı için ödenen bedelin çok ağır olduğunu; bu taleplerin, kâğıt üzerinde kabulü için ölüme hazır 12 devrimcinin açlık grevinde ölmesinin bize verdiği zararın, onun getirdiği yarardan daha fazla olduğunu düşünüyoruz. Başarı eğer, dışarıdaki harekete ivme vermeyle ölçülecekse, o zaman da yine verilen ivmenin boyutlarıyla ödenen bedeli karşılaştırdığımızda verdiğimizle aldığımız arasında bir dengesizlik görüyoruz.
Biz, her halükârda, 2000 kişinin açlık grevinde olduğu, 270 kişinin ölüme hazır olduğu bir ortamda, yukarıdaki talepleri elde etmek ve dıştaki harekete ivme kazandırmak amaçlarıyla, ölüm orucunun eylem biçimi olarak seçilmiş olmasını yanlış buluyoruz.
Ölüme hazır 270 kişiyle çok daha militan, çok daha radikal eylemler mümkündü. Taleplerin çok daha geniş duyurulması mümkündü. Hükümetin pazarlığa çok daha önce zorlanması mümkündü.
Yine 12 veya çok daha fazla kayıp verilebilirdi. Fakat bu kayıplar, “ölüme yatmak” biçiminde değil, hâkim sınıfların it sürülerine karşı göze göz, dişe diş savaş içinde verilirdi ve bizim her kaybımız, düşmana da kayıp verdirerek ölürdü.
Böyle bir tavır, kuşkusuz liberal burjuvaziyi ve reformistleri, pasifistleri korkutur, harekete destek vermekten uzak tutardı. Ve tabii Avrupa Parlamentosu vb. emperyalist kuruluşlar da böyle bir harekete destek vermezdi. Ve fakat böyle bir hareket, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçi yığınları, devrim düşüncesiyle eğitmek açısından ölüm orucuna göre çok daha verimli olurdu.
Hiç kimse bu mümkün değildi demesin. Kısa süre önce gerçekleşen Buca ve Bayrampaşa isyanları, zindanlarda açlık grevi dışında eylemlerin de mümkün olduğunu açıkça gösterdi. Yeter ki devrimci azim, fedakarlık, baş eğmezlik, ölüme hazırlık, devrimci örgütler tarafından doğru değerlendirilsin.
Ölüm orucunun ideolojik geri planı: Şehit ideolojisi!
Ölüm orucuyla ilgili yapılan ajitasyon-propagandada dikkat çeken bir yan var. Ölüm orucu var olabilecek eylemler içinde en radikal, en militan bir eylem biçimi olarak görülüp gösteriliyor. Ölüm orucuna katılmak büyük bir şans olarak görülüyor.
Kurtuluş’un özel sayısında, “Yüzlerce gönüllü arasından biz şanslıyız. Bu onurlu görev bize verildi” deniyor. Kurtuluş’un attığı temel slogan, “Ölümü zaferle yeneceğiz, zaferi ölüm oruçlarıyla kazanacağız!” sloganı.
Burada, bütün eylem biçimleri içinde –sonunda ölüm olmasına rağmen– en pasiflerinden biri olan ölüm orucunun yüceltilmesi açık. Açlık grevinde ölmek, “ölümü yenmek” olarak adlandırılıp, bu, bir devrimci için varılabilecek en yüce mertebe olarak gösteriliyor.
Bu noktada ölüm, devrimci mücadelede göze alınması gereken normal bir olgu olarak görülüp gösterilecek yerde, nerdeyse varılması gereken en yüce hedef haline getirilerek adeta kutsanıyor.
Biz devrimciler, devrim davasında şehit düşmek için savaşmıyoruz. Dünyayı değiştirmek için savaşıyoruz. Bu savaşta ola ki ölürüz de. Bu mümkündür. Korkacak bir yanı yoktur! Kutsanacak bir yanı da yoktur! Kuşkusuz Komünizm davası için, devrim davası için savaşta ölmek, ölümler içinde en anlamlısı, en yücesidir. Fakat dediğimiz gibi, ölüm bizim için “hedef” değildir. Olamaz. Hedef, amaç; her gün devrim davası için savaşımla dolu bir hayattır!
Bir görevi yerine getirirken, bir çatışma içinde vb. ölmek, bizim istediğimiz bir şey değildir ve fakat bizim her zaman hazır olmamız gereken bir şeydir. Biz, düşmana inat, “bir gün fazla yaşamak” isteriz. Düşmana bir gün daha fazla zarar verebilmek için isteriz bunu. Biz, bilinçli olarak ölümü, ancak somut olarak bu ölüm eylemi, içinde bulunulan anda devrim davası için maksimum yararı getirecekse tercih eder, eylem biçimi olarak seçeriz. Burada da hedef ölmek değil, davaya maksimum katkıdır.
Ölen her devrimci, devrim safları için önemli bir kayıptır. Fakat kayıp vermeden devrim olmaz. Bizim ölenlerin ardından ağıt yakmaya, matem tutmaya vaktimiz yoktur.
Vaktimizi, sınıf mücadelesini geliştirmek için kullanılırız. Ölenlerin acısını, sınıf mücadelesinde kine, enerjiye dönüştürürüz.
Dışımızdaki devrimci örgütlerin ölüm karşısındaki tavrı, devrim davası için ölmeyi bir devrimci açısından en yüce hedef olarak gösterdiği noktada, devrim şehitlerini yalnızca şehit oldukları için bile, yaşayan tüm devrimcilerden daha üstün bir yere koyduğu noktada, bir yandan ölümü gözlerde büyüten bir konumda duruyor. Ölümü göze almayı çok büyük bir meziyet olarak gösterenler, ölümden korkuyu körüklemektedir farkında olmayarak. Diğer yandan devrim şehitliği en yüce yer olarak gösterildiği noktada, devrimci kadrolar uzun süreli mücadeleye değil, mümkün olan en kısa sürede “devrim şehitleri kervanına katılmaya” eğitilmektedir.
Bu, yaşamaya ve savaşmaya değil, ölüme eğitmektir.
Komünistin, devrimcinin en temel özelliklerinden biri, kuşkusuz, yepyeni bir yaşam için mücadelede her an ölmeyi göze alabilmesidir. Fakat, ölmek onun istediği, özlediği bir şey değildir. Olamaz!
Bu bağlamda şu bilinmelidir: 20 yaşında devrimci olup, bir ölüm orucunda ölümü göze almak kuşkusuz öğrenilecek bir davranıştır. Fakat diyelim ki, seksen yaşına kadar yaşamış ve bütün hayatı boyunca yılmadan komünizm, devrim davası için savaşmış bir savaşçı, yirmi yaşındaki devrim şehidinden daha fazla katkıda bulunmuştur davaya. Onun işi birincisinden zordur!
Somut konuştuğumuzda, biz, bu ölüm orucunda yitirdiğimiz, ölüme hazır devrimcilerin bu biçimdeki ölümleriyle devrime kazandırdıklarından çok daha fazlasını, başka tür eylemlerle kazandırabileceklerini, enerjinin yanlış kullanıldığını düşünüyoruz.
12 devrimcinin ölümüyle sonuçlanan ölüm orucu, bir kez daha, ülkemizdeki esas eksikliğin ne olduğunu, görmek isteyenlere gösterdi:
Sınıf mücadelesi geri ve sınıf hareketiyle komünist örgütün bağları çok zayıf. Bu durumda mücadele esas olarak küçük burjuva örgütlerin esasta sınıf hareketinden kopuk mücadelesi olarak yürüyor. Örgütlerin eylemliliği, halkın eylemliliğinin yerine geçiriliyor, örgütlerin eylemliliğiyle halk eylemliliği yaratılmaya çalışılıyor. Sonra da örgütler kendi eylemliliklerini öve öve bitiremiyorlar. Yanlış ve zararlı görüşler, devrimcilik adına, Marksizm-Leninizm adına cirit atıyor.
Bizim önümüze koyduğumuz temel göreve, işçi sınıfı içinde parti inşası görevine çok daha sıkı sarılmamız gerek. İşçi sınıfı hareketiyle sıkı bağlara sahip BOLŞEVİK PARTİ’yi yaratmadıkça, bugünkü durum sürüp gidecektir.
10
Ağustos 1996