EK – 2

Devrimci Parti ve Örgütlere

Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı mücadelenin gelişimi ve geleceği açısından bugün kritik bir gelişmeyle karşı karşıyayız. DHKP-C ve TKP(ML), Sağmalcılar’da bulunan CMK ve Konsey üyesi diğer devrimci örgütlere, ölüm orucu programlarını Ekim ayı başında yaşama geçireceklerini, deklare ettiler.

TİKB olarak bu kararı hücre tipi saldırısına karşı mücadele ve direnişin cezaevleri cephesinde olduğu kadar dışarıdaki gelişimine de zarar verici yanları ağır basacak fazlasıyla öznel ve isabetsiz tahmin ve değerlendirmelere dayanılarak alınmış aceleci, zamansız ve yanlış bir karar olarak görüyoruz. Cezaevlerindeki devrimci güçler arasında bölünmüşlüğü derinleştirip erken ve zamansız bir kopuşa neden olacak böyle bir kararın merkezinde ölüm orucunun bulunduğu bir direniş hattı örülmesi temel fikrinde birleşen ve diğer devrimci örgütleri de ikna ederek kazanmak amacıyla bunun ortak programını sonuçlandırma aşamasına gelmiş olan bizlerle bile yeterince tartışmaksızın Ağustos ayının son günleri ile Eylül’ün ilk haftasını kapsayan topu topu 10-15 günlük bir sürece sıkıştırılması, ayrıca eleştirdiğimiz bir başka yanlıştır.

Esasında önceden verilmiş ‘başlama’ kararına ilişkin olarak nabzımızın yoklandığı bu görüşmeler sırasında; “SAG ve ölüm orucu direnişine hemen başlama” düşüncesini, asıl olarak 3 temel noktada yanlış bulup eleştirdik; 1) ‘96 ve benzerlerinden farklı olarak tek bir hamlede veya kesitsel bir kapışmadan ibaret olmayacak hücre tipi saldırısına karşı mücadele ve direnişin cezaevleri ayağında kullanabileceğimiz en etkili/vurucu ama bu özelliği ile de erken ve zamansız başvurulmaması gereken ölüm orucu silahını kullanma anının kanımızca henüz gelmediğini belirterek; kamuoyunda oluşan duyarlılık ve baskılar nedeniyle geçici olarak gerilemiş olan rejimin ve adalet bakanlığının TMY’nin 16. Maddesinde değişiklik vb. manevralarının gündeme gelebileceği tarihe ilişkin tahminlere dayalı olarak bu silahı bugünden ateşlemeye kalkacak olursak basit bir geciktirme/sarkıtma manevrası veya bu arada gündeme gelebilecek farklı ekonomik-siyasal-toplumsal gelişmelerin baskın çıkması nedeniyle, ‘yumruğumuzun boşa gidebileceği’, kendi kendimizi bir açmazla karşı karşıya bulabileceğimize işaret ettik.

Böyle bir ‘boşluğa düşme’ riskini göze almaktansa, hem devletin yapabileceği göz boyama manevralarının alanını şimdiden daraltıcı hem de bunlar gündeme geldiğinde hareketsiz kalmayarak sürece aktif müdahale açısından henüz tüketilmemiş başka imkânların varlığına işaret ettik. Bu çerçevede “Eylül-Ekim aylarında yapılabileceklerin planlanması” kapsamında somut önerilerde bulunduk. Kamuoyunu aldatma amaçlı bir manevranın gündeme getirilmesi durumunda hem devrimci tutsaklar olarak ne istediğimizi hücre tipine karşı direnişimizin temel taleplerini geniş kitlelere bir kez daha duyuracağımız hem de hücre tipi saldırısına karşı ölümüne bir direniş ve kararlılık içinde olacağımızın somut bir ifadesi olarak ölüm orucu programımızı deklare edeceğimiz bütün cezaevlerini kapsayan 10 günlük bir AG önerisini de içeren bu öneri paketimizi bu yazımızın sonunda bir kez daha yineleyeceğiz.

Bugün için ‘erken’ ve ‘zamansız’ bulduğumuz ölüm orucu adımının, bugün zaten en büyük handikaplarımızdan birini oluşturan cezaevlerindeki devrimci güçler arasında dahi mevcut anlayış ve taktik farklılıklarını derinleştirmekle kalmayıp, erken ve zamansız olduğu kadar da genel direnişi zayıflatıcı kopmalara neden olacağına dikkat çekerek bunun gerek devlet tarafından nasıl bir demagoji malzemesi yapılacağını gerekse ara güçler üzerinde yaratacağı tereddütler ve geriye çekici etkiler üzerinde durduk.

Bu ana noktalarda toplanan uyarı ve eleştirilerimize karşın DHKP-C ve TKP(ML) temsilcileri, ana noktaları itibarıyla:

Devletin işi soğutmaya bırakarak alttan alta hazırlıklarını sürdürdüğünü, bu arada dışarıdaki sahiplenme ve kamuoyu desteğinin de “inişe geçtiğini”,

TMY’nin 16. Maddesi’nin değiştirilmesi başta olmak üzere TBMM açılır açılmaz gündeme getirilecek yasa değişiklikleri ile F tiplerine yasal bir meşruiyet kazandırılacağı, kimi ara güçler üzerinde de etkili olabilecek bu manevralardan sonra harekete geçmenin işimizi daha da güçleştireceğini,

29 Ekim’de çıkacak bir af ve infaz yasası değişikliği ile içerdeki örgütlü yapımızın zayıflamasının yanı sıra dışarıda da bir “toplumsal barış havasının doğması” ile çok daha elverişsiz bir konuma sürükleneceğimizi ileri sürerek “daha fazla beklenmesini yanlış bulduklarını” belirtip “Tek başlarına da kalsalar harekete geçme” kararlarını deklare ettiler.

Bugün “bekleme eğilimi” olarak nitelenen düşünce, esasında Ağustos ayının son haftasına gelene kadar ‘ölüm orucu programına başlama anı’na ilişkin olarak üzerinde genel bir konsensüsün sağlandığı bir düşüncedir. Nitekim Sağmalcılar’da bulunan CMK üyeleri ile Konsey üyesi siyasetlerinin 30 Mayıs 2000 tarihinde yaptıkları birleşik toplantıda alınan kararlar üzerinde DHKP-C tarafından hazırlanan “Ölüm Orucu Eylem Program Taslağı”nda, o tarihten itibaren temelde ortaklaşılan bu düşünce şu şekilde maddeleştirilmiştir;

“…(ölüm orucu eyleminin) direniş programına hangi koşullarda başlanacak:

Direniş programına, direniş programında ortaklaşa örgütlerin ‘hücre saldırısı’ diye değerlendirecekleri saldırıların gündeme gelmesi ile birlikte başlanacaktır.

Eğer Bayrampaşa ve Ümraniye gibi merkezi hapishanelere saldırı gündeme gelir ve bu koşullar saldırının niteliğini değerlendirme şansını ortadan kaldırırsa, bu hapishanelere yönelik saldırılar tüm birimler tarafından hücre saldırısı olarak değerlendirilecek ve direniş programına başlanacaktır.

Bayrampaşa ve Ümraniye’de saldırıların niteliğini değerlendirme koşulları varsa, değerlendirme sonucunda alınacak kararlara göre direniş programına başlanacaktır…”

Faşizmi hücre tipi saldırısını baştan yenilgiye uğratıp püskürtebilmek için cezaevleri cephesinde zorunlu ve kaçınılmaz gördüğümüz bir ölüm orucu eyleminin zamanlanmasına ilişkin olarak baştan beri savunageldiğimiz bu temel yaklaşımı, kendi adımıza biz bugün de koruyoruz.

Bu yaklaşımın bizleri en başta, ölüm orucu gibi bir silahı kullanırken aşırı sübjektif değerlendirme ve tahminlere dayalı aceleci çıkışlardan boşa düşeceğimiz zamanlama hataları yapmaktan koruduğunu düşünüyoruz. Eğer bizler bilinçli ve güven verici bir birlikteliğin de zeminini oluşturan kolektif bir mantık ve değerlendirme mekanizmalarının sonuna kadar işletilmesine dayalı bu yaklaşımla değil de bazı örgütlerin kendi mantalite ve ölçütlerine dayalı kestirimleri ve kestirmeci tutumları ile hareket etmiş olsaydık, bu güne kadar Mayıs’tan önce ya da Ağustos-Eylül’e gelmeden ölüm orucu eylemini başlatmış olmamız gerekirdi. Çünkü her ikisinde de hücre tipi cezaevlerinin o tarihlerde açılacağına dair “kesine yakın” belirtiler vardı. Ama bu tarihler geldi geçti fakat hücre tipi cezaevleri pratik olarak henüz hayata geçirilmedi. Ekonomik, toplumsal ve siyasi krizdeki derinleşmeye bağlı olarak Türkiye’deki siyasal gündemi ve dengelerin her an kolayca değişebildiği genel gerçeğinin de ötesinde somut olarak hücre tipi cezaevlerinin açılışına ilişkin bu sarkmalar yaşandığı halde, şimdi yine bir tahminlere dayalı olarak, üstelik bölünmeyi derinleştirici bir ölüm orucuna başlama sabırsızlığını ‘haklı’ ve ‘doğru’ görmenin olanağı yoktur.

Zaten cezaevleri cephesindeki direnişin ölüm orucu düzlemine sıçratılma zamanının en azından ölüm orucu fikrinde ortaklaşan örgütlerin bir birlerini iknaa dayalı bir yöntemle ortaklaşa almalarını savunagelmemizin en önemli nedenlerinden biri de, bu yöntemi, hücre tipine karşı mücadele sürecinde çok daha fazla ihtiyacımız olan en geniş devrimci birlikteliklerin sağlanıp sürdürülebilmesine hizmet edecek en sağlıklı ve güven verici yöntem olarak görmemizdir. Nedenleri ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte sonuç olarak bugün hücre tipi saldırısının doğrudan hedefi durumunda olan cezaevlerindeki güçler aşırı parçalanmış bir durumdadır. Kabaca bir gruplandırma yapacak olursak; sayısal bakımdan cezaevlerindeki en kalabalık kitleyi oluşturan yurtsever tutsak kitlesinin PKK’nın son yönelimlerine uygun olarak ciddi bir direniş sergilememe olasılığı yüksektir. Yasalcı reformist örgütlerle şu veya bu örgütten kopmuş tasfiyeci küçük çevrelerden vb. oluşan ikinci bir ana kategorinin değişik derecelerde nispi bir direniş tavrı göstermekle birlikte bunu hangi biçimlerde nereye kadar götürebilecekleri tartışılmalıdır, geriye kalan ve genel olarak daha kararlı ve istikrarlı bir direniş çizgisi izleyeceği açık olan devrimci cephe de homojen ve tam bir görüş birliği içinde değildir. Sonuç olarak güçlerin bu denli parçalanmışlığı, şu süreçteki en büyük handikaplarımızdan biridir.

Bu handikapın en büyük tehlikesi, çatışmanın kızışmasına paralel olarak devlete “Hücre tipine bütün tutsakların değil, sadece bazı malum çevrelerin karşı çıktığı” şeklinde bir demagoji yapma olanağı verirken, bu temelde yürütülecek gerici bir kampanyanın bizim en yakın destek güçlerimiz üzerinde dahi ciddi tereddütler ve çekimserlikler yaratma olasılığının yüksekliğidir. Böyle bir olasılık karşısında hücre tipine karşı mücadelenin gelişim seyrini ve kaderini her şeyin üzerinde tutan sorumlu bir yaklaşım, devrimci güçler arasında bile erken kopmalara ve yapay saflaşmalara neden olacak, mevcut taktik yaklaşım farklarını ve ayrılıklarını giderici değil derinleştirici tutum ve davranışlardan sonuna kadar kaçınmayı gerektirir. Öze ilişkin kesinkes ‘giderilemez’ nitelikteki temel ayrılıkların kaçınılmaz ve zorunlu kıldığı bir ‘kopma noktasına’ gelinmediği sürece, birliği genişletip güçlendirici tutumlar yerine esasa ilişkin olmayan ayrılıkları bile büyüterek ‘karar dayatmaları’ ile ortaya çıkılmasını devrimci açıdan “haklı” bulmanın, “onaylama” ve ortak olmanın olanağı yoktur.

Bu noktada ayrıca devrimci güçler arasında anlayış ve taktik birliğinin daha önce oluşmasının da önündeki en önemli engellerden birini oluşturan ve daha önceki pratik süreçlerde yaşananlardan kaynaklı “güven krizi” derinleştirilmiştir.

Hücre tipi saldırısına karşı demokratik kamuoyunda daha şimdiden, önceki hiçbir dönemde işin başında sahip olunmayan bir destek ve sahiplenme ortaya çıktı. Saldırının tümüyle püskürtülebilmesi açısından bunun önemi bugünden yarattığı sonuçlarla da ortada. Fakat bu gelişmenin, olumsuz bazı sonuçları da çok geçmeden kendisini gösterdi. Bunlardan biri de, devrimci saflarda ortaya çıkan bir baş dönmesidir. Bu baş dönmesi, oportünist kesimler dışında kimi devrimci güçler üzerinde de gevşeme/rehavet eğilimi yaratırken, kimilerinde de küçük rant hesaplarının da işin içine girdiği bir acelecilik/sabırsızlık eğilimi biçimine bürünmüş olarak karşımıza çıkıyor.

‘Gevşeme’ eğilimi, kamuoyunda sahiplenme ve desteğin artışına bakarak, sorunun asli sahibi konumunda olan biz devrimci tutsakların ölüm orucu gibi en üst düzeyde direnme biçimlerine başvurmaksızın da hücre tipi saldırısını püskürtebileceğimiz yanılsamasına kendisini kaptırmaktadır. Kamuoyunda şimdiden oluşan desteğin sağladığı imkân ve avantajları görürken, bunun içerdiği zayıflık ve tehlikeler de dahil henüz bütünüyle alt edemediğimiz zayıflıklarımıza gözünü kapatan ‘sabırsızlık’ eğilimi ise, kamuoyunda yükselen destek dalgasının üzerine oturma düşüncesiyle de iradi bir yüklenme ile hemen sonuca gidebileceğimiz yanılsamasına kendini kaptırmıştır.

Bunların her ikisi de hücre tipine karşı mücadele ve direnişin gelişmesine zarar verecek yanlış eğilimlerdir. Birbirlerine taban tabana zıt gibi görünseler de, hücre tipi saldırısının daha önceki saldırılardan farkını, dolayısıyla işin ciddiyetini, bu süreçte her konuda başka zamanlardakinden çok daha farklı bir devrimci sorumlulukla hareket etmenin gereği ve önemini yeterince hesaba katmama noktasında ortaktırlar. ‘Rehavet’ eğilimi, kitle hareketinin genel düzeyi itibarıyla da mevcut düzeyin, hücre tipi saldırısı gibi burjuvazi ve faşizm açısından stratejik bir saldırıyı püskürtmekteki yetersizliğine gözlerini kapatırken; ‘96’dan da tanıdığımız “cezaevleri hareketlenmeden dışarısı hareketlendirilmiyor” görüşünün değişik bir versiyonu olarak bugün tekrar karşımıza çıkan ve bu açığı devrimci hareketin cezaevlerindeki gövdesini bir an önce cepheye sürerek kapatma kolaycılığını geçen ‘sabırsızlık’ eğilimi ise, doğuracağı diğer zararlı sonuçlar dışında, hücre tipi saldırısını öyle tek bir büyük kapışa ve hamleden ibaret olmayacağı gerçeğine gözlerini kapatmaktadır. Dünyaya –bu arada bizzat hücre tipi saldırısının kendisine– fazlasıyla dar bir ‘cezaevi penceresinden’ bakan bu yanlış yaklaşım, komünist-devrimci tutsaklar olarak elimizdeki nihai kozu oynamadan önce cezaevleri cephesinde de daha henüz kullanılmamış silahımızın olduğu gerçeğine, şu aşamada daha halen hangi dinamiklere yüklenmemiz gerektiğine gözlerini ısrarla kapatmaktadır.

Cezaevlerine yönelik saldırılara karşı mücadele ve direnişlerin sonucu, elbette öncelikle içerdeki komünist-devrimci tutsak kitlesinin tutum ve yaklaşımlarına bağlıdır. Çünkü sorunun ve saldırının doğrudan muhatabı, bu anlamda ‘asli sahibi’ onlardır. Bu konumlarıyla onlar, karşı karşıya bulunulan saldırının anlam ve şiddetine denk bir devrimci duruş ve kararlılık içinde olmazlarsa eğer, aileler de dahil dışarıdaki güçlerin sorunu sahiplenişleri de ona göre olur. Nitekim bugün dışarıda hiç umulmadık liberal-aydın çevreleri dahi “F tipi” cezaevlerine karşı çıkıp devlet üzerinde bir baskı uyguluyorlarsa, bunun temelinde yatan belirleyici neden, içerdeki komünist-devrimci tutsak kitlesinin hücre tipine karşı ölümüne bir direniş kararlılığı içinde olduğunun bilinmesi ve bu durumda hücre tipi saldırısının çok kanlı sonuçlar doğurmasından duyulan endişedir. Şu aşamada devrimci tutsaklar olarak bizlerin bu kararlılığımızı bir kez daha kanıtlamak gibi bir sorunumuz yoktur. Çünkü anıları kamuoyunun da belleğinde hala canlı olan ‘96 SAG ve ölüm orucu direnişi ile sonrasındaki Ulucanlar, Burdur ve Bergama direnişleri sırasında bu ölümüne kararlılık defalarca ortaya konulmuştur.

Öte yandan, demokratik kamuoyu tepkisinin bu kez erken harekete geçirilişi, devletin uzun süredir hazırladığı saldırı planlarına şimdiden gözle görülür bir darbe indirmiştir. Aylar öncesinden Mayıs’ta başlayacağı ilan edilen nihai saldırı, önce Ağustos-Eylül aylarına sarkmış; daha sonraları ise en erken Meclisin açılışını izleyen Kasım-Aralık aylarına ertelenmiştir. Asıl önemlisi, devletin bu süreçte uğradığı inisiyatif kaybıdır. Daha önceleri “asarım, keserim, geçerim, kararlıyım” havalarındaki devlet, şimdilerde, kamuoyunun gözünü nasıl boyayarak tepkileri yatıştırabilirim arayışı içindedir. Kaldı ki ailelerin ve demokratik güçlerin hücre karşıtı hareketi peşinden sürükleyebileceği bütün güçleri ve alanları kapsayan bir yaygınlık, kitlesellik ve eylemsellik düzeyine de çıkabilmiş değildir henüz. Fakat o bu düzeyi ile bile devletin saldırı planlarına sekte vurup onu kısmi de olsa geriletebilmiştir. Bu noktada hücre tipi saldırısının daha az bedel ödeyerek bütünüyle püskürtülebilmesi açısından dışarıdaki mücadele ve destek halkalarını büyütmenin yaşamsal önemi somut olarak bir kez daha çıkar karşımıza. ‘İçerdeki’ devrimci tutsaklar olarak en yüksek bedelleri dahi göze alan bir kararlılık içinde olmak ayrıdır ve bu tabi ki gereklidir, hatta şarttır. Ancak ödenecek bedelleri en aza indirecek imkân ve dinamikleri sonuna kadar zorlamak ayrıdır. Bu ikisini birbirinin karşısına çıkarıp, birinin önemine yapılan vurguyu hemen diğerinin ‘ihmali’ ve ‘zayıflığına’ yormak, akılsızca bir ‘solculuk’ veya oportünist bir titrekliğin yansıması olabilir sadece.

Bugün dışarıdaki sahiplenme ve kamuoyu desteğinin “soğumaya başladığı”, “inişe geçtiği” vb. yönündeki değerlendirmelere katılmanın olanağı yoktur. Bu sadece aşırı sübjektif değil aynı zamanda fazlasıyla karamsar bir iddiadır. Kitle hareketinin gelişim diyalektiğini kavramaktan uzak, ondan hep aynı tempoyu ve düz bir çizgi halinde sürekli bir yükseliş bekleyen mekanik bir mantığı yansıtır. Hücre karşıtı duyarlılık ve tepkilerini aylardan beri değişik biçimlerde sık sık ortaya koymuş olan en yakın destek güçlerimiz içinde bile, süreç uzadıkça göreli ve geçici duraksamaların, kendini tekrarlama ve yorgunluk belirtilerinin ortaya çıkmasından hemen telaşa kapılmamak gerekir. Önemli olan temeldeki bilinç açıklığı ve kararlılığın sürüyor olmasıdır. Bu yönüyle baktığımız zaman, önceleri daha titrek ve güvenilmez bir tavır sergileyen ara güçlerinin dahi bugün görece daha kararlı hücre karşıtı bir konuma geldikleri dahi söylenebilir. Ailelerin ve yakın çevre güçlerinin ısrarlı ve özverili çabaları yanında Ulucanlar’dan sonra Burdur ve Bergama direnişleri bu konuda sarsıcı bir rol oynamıştır. Keza devletin kamuoyunun gözünü boyamak amacıyla başvurduğu “F tipi cezaevlerini isteyen herkese gezdirme” manevrası dahi geri teperek hücre karşıtlığını güçlendiren bir rol oynamıştır. Ayrıca aileler ve yakın çevre güçlerinin sürmekte olan ve hazırlandıkları eylemliliklerinin yanında çeşitli demokratik kuruluş ve aydın inisiyatifi gibi oluşumlarının Eylül-Ekim aylarını kapsayacak bir dizi etkinlik hazırlığı içinde olduklarının bilindiği bir kesitte dışarıdaki dalgada bir “düşüş” tespitinde bulunmak anlaşılır gibi değildir.

Hücre tipi saldırısını ve buna karşı direnişi tek bir hamle ve kapışmadan ibaret olmayan uzun süreli bir çatışmalar dizisi olarak kavrıyorsak şayet, o zaman bu sürecin düz bir çizgi halinde seyredemeyeceği gerçeğini de bilince çıkarmamız gerekir. Bu süreç, karşılıklı hamlelerin birbirini izleyeceği, bunlara bağlı olarak ileri atılmalarla mevzi kayıplarının iç içe geçebileceği, bu arada özellikle ara güçlerin kimi yalpalamaları hatta kimi ihanetlerle bile karşılaşabileceğimiz dalgalı bir seyir izleyecektir. Bu dalgalanmalar arasında erken bir rehavet ya da telaşa kapılarak saat sarkacı gibi gelgitler yaşanmak istenmiyorsa eğer, gelişme ve olguları parçayla sınırlı anlık veya kesitsel bir bakış açısıyla değil, sürecin bütününü ve gelişmenin genel yönünü göz önüne alan devrimci diyalektik bir yaklaşımla ele alıp değerlendirmek gerekir.

Sonuç olarak;

Burjuvazinin hücre tipi saldırısını baştan yenilgiye uğratıp geri püskürtebilmek için cezaevleri cephesinde SAG-ölüm orucunu zorunlu ve doğru görmekle birlikte; bu silaha başvurma zamanımızın henüz gelmediği görüşündeyiz. Yukarda ana noktaları ile ortaya koymaya çalıştığımız nedenlerle DHKP-C ve TKP(ML)’nin Ekim ayı başlarında eyleme başlama kararlarını ‘erken’ ve ‘yanlış’ buluyoruz. Ayrıca devrimci saflarda dahi zamansız ve bize göre yapay/ zorlama bir bölünme yaratacak böyle bir adımın, içerde ve özellikle dışarıda hücre tipi mücadele sürecine tamiri zor zararlar vereceğini düşünüyoruz. Bu nedenle her iki devrimci örgütü, bu yanlış kararlarını bir kez daha gözden geçirmeye davet ediyoruz.

Öte yandan bugün henüz bütün sınırlarına dayanmamış olan hücre tipi saldırısının daha az bedeller ödeyerek püskürtülmesi açısından yaşamsal bir role sahip olan demokratik kamuoyundaki hücre karşıtlığı ve devrimci tutsakları sahiplenme eğiliminin ivmelendirilip güçlendirilmesi için, Eylül-Ekim aylarını kapsayan bir kampanya faaliyeti biçiminde bize göre aşağıdaki etkinliklerin somut plana bağlanarak yaşama geçirilmesini öneriyoruz: Devrimci tutsakların hücre tipine karşı mücadelenin temel talepsel çerçevesine (1-Hücre tipi cezaevleri kapatılsın. 2-İnfaz yasası ve uygulamalarında siyasi tutsaklar aleyhine olan eşitsizliklere son verilsin. 3-TMY bütünüyle iptal edilsin. 4-DGM’ler kapatılsın; verdikleri kararlar iptal edilerek davalar yeniden görülsün. 5-Zindanlar boşalsın tutsaklara özgürlük.) gerekçeleriyle birlikte ortaya koyan yönlendirici metin taslağı biran önce kesinleştirilerek ilgili demokratik kuruluşlara iletilmeli; soruna kendi cephelerinden müdahale eder ve belirli önerilerde bulunurlarken, meselenin asli sahipleri olarak biz devrimci tutsakların bu taleplerini dikkate alarak hareket etmeleri istenmeli; bu taleplerin geniş kitlelere, iç ve dış kamuoyuna duyurulup benimsetilmesi yönünde kendi cephelerinden yapabilecekleri her türlü katkı ve etkinliği yapmaları istenmelidir.

2-) Demokratik kuruluşlar ve güçlerin önümüzdeki süreçte yapmayı planladıkları tüm etkinliklere omuz verme yaklaşımı çerçevesinde;

– Ankara’daki “Hücre Karşıtı Aydın ve Sanatçı İnisiyatifi”nin planladığı ve 2000 kişinin katılımını hedeflediği kitlesel açlık grevinin yaşama geçmesi için elbirliğiyle çaba harcanmalıdır.
– Ankara’da yapılacak açlık grevini izleyen hafta sonlarında İstanbul, İzmir, Adana, Samsun, Bursa… gibi merkezlerde de benzeri kitlesel açlık grevlerinin örgütlenmesine çalışılmalıdır.
– “Ankara Aydın İnisiyatifi”nin planladığı merkezi bir mitingin gerçekleşmesi için güçbirliği yapılmalıdır.
– İHD’nin hazırlandığı ve uluslararası katılımcıların da davet edileceği hücre karşıtı bir kurultayın gerçekleşmesi için İHD’ye destek verilmeli, yurtdışındaki DETUDAK’tan da bu konuda elinden gelen katkıyı sunması istenmelidir.

3-) İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi merkezlerde ortaya çıkmış olan “Hücre Karşıtı Platformlar”ın olabildiğince geniş bir ağ biçiminde başka il ve ilçelere de yaygınlaştırılması için ortak bir yönelime girilmelidir.

4-) Hem hücre karşıtı platform ve benzeri örgütlenmelerin yaygınlaşması ve mevcutların dinamize edilmesine hizmet edecek, hem de hücre karşıtlığı bilinci ve duyarlılığın yayılıp genişlemesine ivme kazandıracak bir araç olarak 2-3 tip afiş ve bildiri çıkartılmalı; bunların özellikle aileler ile hücre karşıtı aydınlar, sanatçılar, siyasi parti, sendika ve kitle örgütü yöneticileri vb. tarafından dağıtılıp yapıştırılması yoluyla etkin bir ‘kampanya için kampanya’ örgütlenmelidir.

5-) Devletin en büyük demagojilerinden birini açığa çıkarma amacıyla gazete ilanları yoluyla yaptığımız “Cezaevlerine Çağrı”, sistematik bir kampanya konusu haline getirilerek toplumun en geniş kesimleri tarafından bile duyulacak bir karşı atak konusu yapılmalıdır.

6-) Ulucanlar katliamı ve Burdur saldırısının sorumlularından hesap sorulması talebi ısrarlı bir biçimde gündemde tutulmalıdır.

7-) Kamuoyunda özel bir duyarlılık konusu haline gelmiş olan cezaevlerindeki sağlık ve tedavi sorunlarının işlenmesi temelinde acil bakım ve tedavi gerektiren hasta tutsakların serbest bırakılmaları yönündeki çabalara süreklilik ve sistemlilik kazandırılmalıdır.

8-) Önümüzdeki günlerde yaşanacak gelişmelere de bağlı olarak üzerinde birleşilebilecek bir tarihte, hem hücrelere hiçbir koşul altında girmeyeceğimiz yönündeki genel ve ortak kararlılığı bir kez daha sergilemek, hem de taleplerimizi kamuoyunun daha geniş kesimlerine duyurmak amacıyla bütün cezaevlerinde 10 günlük bir açlık grevi yapılmalıdır.

25 Eylül 2000
Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği
 

[Ölüm Orucu Giriş Sayfasına dön]