Egemenlerin iktidar dalaşı sertleşiyor !AKP hakkında kapatma davası  açıldı…
      NE AKP DEMOKRAT, NE DEVLET LAİK …
      ÇÖZÜM NE KIŞLADA; NE DE CAMİDE…
      ÇÖZÜM İŞÇİLERİN EMEKÇİLERİN İKTİDARINDA…
      DEVRİMDE … SOSYALİZMDE !
      Emekçinin gündemi…
    14 Mart’ta, onlarca yıldan sonra ilk kez bütün emek  örgütleri bir somut amaç temelinde, AKP hükümetinin “Genel Sağlık Sigortası ve  Sosyal Sigorta Yasası” taslağına karşı, kazanılmış kimi hakların geri  alınmasına karşı eylem birliği için yan yana geldiler. On yıllardan bu yana ilk  kez çok geniş bir eylem birliği ile emekçiler iki saatliğine de olsa Türkiye’de  hayatı önemli ölçüde durdurdular. On yıllardan beri ilk kez işçiler-emekçiler  toplu halde iki saatliğine de olsa  “Biz  durursak, hayat durur!” un ne anlama geldiğini pratikte gördüler ve  gösterdiler. Türkiye’de gelmiş geçmiş burjuva hükümetleri içinde Uluslar arası  Para Fonu/ Dünya Bankası damgalı ekonomik programların  en kararlı uygulayıcılarından biri olduğunu  bugüne kadarki eylemiyle ispatlamış olan AKP hükümetinin başı Erdoğan,  işçilerin-emekçilerin eylemini “kanunsuz” ilan etti. Bu eylemin halka karşı  yöneldiği demagojisini yaptı. Aslında   bir çoğu   sömürü sisteminin bir  parçası olan milliyetçi, reformist, bazıları ırkçı-faşist olan  sendikaların yöneticilerini, bunlar AKP’nin  yasa tasarısını eleştirdikleri için yalancılıkla itham etti. Fakat bütün bunlar  şimdilik “emek platformu” adı altında gerçekleşen eylem birliğini engellemek  bir yana, daha da pekiştirir bir rol oynadı. Eylem sonrasında eylemin gücü  hükümeti geri adım atmaya, yasa tasarısı üzerine, tasarı meclis genel kuruluna  getirilmeden emek örgütleri temsilcileriyle görüşmeler yapılacağını açıklamaya  zorladı. Şimdi bu görüşmelerde tasarıda en azından Hak İş ve Türk İş’in  itirazları temelinde kimi kozmetik düzeltmeler yaparak, bunların eylem  birliğinden uzaklaştırılması manevrası vardır sırada. İşçiler, emekçiler  açısından bu mücadele kuşkusuz aynı anda yürüyen ve öncelikle egemen sınıfların  değişik kesimlerinin kendi aralarındaki iktidar dalaşının görüntüleri olan kayıkçı  kavgalarından, örneğin türban konusunda yaşananlardan çok daha önemlidir.
    Ve Egemenlerin gündemi…
    Emekçilerin Türkiye/Kuzey Kürdistan çapında iki saatlik iş  bırakma eylemini yaptıkları günün akşamı- borsalar kapandıktan sonra!- egemen  sınıfların bizleri de kuyruklarına takarak katmaya çalıştıkları  iktidar dalaşında geldikleri noktayı gösteren  bir haber düştü gündeme: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı  Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa  mahkemesine  hükümet partisi AKP’nin  kapatılması, 71 yöneticisine 5 yıllık siyasetten men yasağı konulması  talepleriyle dava açılması için başvurmuş, 162 sayfalık iddianamesini Anayasa  Mahkemesine sunmuştu. Şimdi bu yasaklanma talebi üzerine tartışmalar belirliyor  gündemi.
    Bu bağlamda işçiler-emekçiler açısından bilinmesi gereken şudur:  Yasaklama konusunda yürüyen tartışmalar esasta egemen sınıfların iki kanadı  arasındaki iktidar dalaşının bir parçasıdır. Çok kabaca bir yanda hükümet olup  ta iktidar olmayan ve fakat yavaş yavaş iktidara yürüyen AKP hükümetinin temsil  ettiği burjuva kesimleri, öbür yanda da şimdiye dek iktidarı elinde bulunduran  ve fakat şimdi iktidarları tehdit altında bulunan devlet bürokrasisinde –en  başta ordu ve yüksek yargı bürokrasisi- temsilini bulan burjuva kesimleri. Her  iki kesim de işçi-emekçi düşmanıdır, her iki kesim de din sömürücüsüdür, her  iki kesim de Türk milliyetçisidir, “TC’nin vatanı ve milleti ile bölünmezliği”  temel ilkesine sadıktır. Her iki kesim de devleti bir bütün olarak  burjuvazinin, sermaye sınıfının iktidar aracı olarak, burjuvazinin halk, işçi  sınıfı üzerinde diktatörlüğü olarak   kavrama ve kullanma noktasında birdir. Aralarındaki fark bu devlet  iktidarında dümenin hangi kesimin elinde olacağı, öncelikle hangi kesimin  programının uygulanacağı, hangi kesimin daha çok pay alacağı noktasındadır. 
    Şimdi bu iki kesim kendileri açısından adeta bir ölüm kalım  mücadelesi içinde bulunuyor.
    Bu mücadelede adeta artık sırtını duvara dayamış biçimde  dövüşen tutucu-statükocu ideolojik Kemalist Kesim, geçen yıl bütün gürültülü  “cumhuriyet mitingleri” ne,  Genel Kurmay  adına dillendirilen açık darbe tehditlerine rağmen büyük bir seçim yenilgisi  yaşadı. Ardından cumhurbaşkanlığı makamına hiç istemedikleri AKP kurucusu  Abdullah Gül geldi. AKP’nin cumhurbaşkanlığını ele geçirmesi ile, yüksek  bürokraside de uzun vadede yeni atamalarla devlet aygıtını bütünüyle ele  geçirme ihtimalinin artık bir ihtimal olmaktan çıkıp, eğer önü bir türlü  alınamazsa, kaçınılmaz olacağının görülmesi ideolojik Kemalist kanatta tam bir  panik yarattı.
    AKP hükümetinin elinden inisiyatif’in alınması amacına da  hizmet eden savaş da, istenen sonucu vermedi. Tersine şubat ayında  Güney Kürdistan’a karşı yürütülen “kara  harekatı” PKK nin büyük direnişi ile karşılaştı; AKP’nin – bütün batılı  emperyalistlerin de desteğinde  yürütmek  istediği “siyasi çözüm”de inisiyatif alma imkanını güçlendirmesi, bunun daha  fazla gündeme gelmesi ile, ideolojik Kemalist kesimin kendi arlarında  birbirlerini işbirlikçilikle/hainlikle   suçlamaya varan geçici bölünmesiyle sonuçlandı. Ardından bir de  yıllardan beri AKP’nin tabanına verilmiş “türban” sözünü,MHP ile de anlaşarak  Anayasa değişikliği ile yerine getirmeye  kalkması paniği daha da büyüttü. Her iki kanat  açısından da hangisinin egemen olacağı konusunda bir sembol haline getirilen  “türban” da  atılan adım tutucu-statükocu  ideolojik Kemalist kanat açısından artık “bir şeyler yapma” zamanının çoktan  geldiğinin işareti oldu. Sırada olan ve AKP’nin 1982 Anayasasının “ruhunu değiştirmek”  olarak tanımladığı Anayasa değişikliği/Yeni Anayasa paketinin varlığı bu “bir  şeyler yapma” zorunluluğunu  daha da  acilleştiriyordu. Bu  AKP’ nin iktidarı  bütünüyle ele geçirmesinin yolunu kapama noktasında, “demokratik seçimler” le  bir şeyler yapılamayacağını artık görmüşlerdi. Askeri darbenin uluslar arası  konjonktürde çok zor olduğunu, Türkiye’de burjuvazinin büyük kesimlerinin  askeri darbeden yana olmadığını görmüşlerdi. Ertesinde darbenin gelmediği  darbe tehdidinin AKP ye oy olarak geri  döndüğünü görmüşlerdi. Bu durumda geriye kalan şey, Yüksek yargıdaki gücü  kullanarak, AKP’nin önüne mümkün olduğunca engel çıkarmak idi. Bunu yaptılar.  Bunu önce 2007’de  Anayasa değişikliği  ile ilgili Anayasa maddesini komik bir biçimde yorumlayarak yaptılar. Anayasa  değişikliği için toplantı açılımında 367 kişinin bulunma şartını getirdiler.  Fakat bu da seçim sonrasında Anayasanın ilgili maddesi, MHP’nin oylamaya  girmesiyle, değiştirilerek AKP tarafından aşıldı. Sonra 2008 başında  türban konusunda, içinde türban lafı geçmeyen  Anayasa değişikliklerinin ruhu “laiklik” ilkesine aykırı bulunarak CHP  tarafından Anayasa mahkemesine götürüldü. Dava yürüyor. Fakat Yüksek Yargı  kararları nasıl AKP hükümetinin başında bir Demokles Kılıcı olarak  sallanıyorsa, AKP’nin de Meclisteki çoğunluğu ile Anayasayı –referanduma  götürme şartlarında- tek başına da değiştirecek çoğunluğa sahip olması ve daha  “büyük Anayasa değişikliği” yapılmadan   yapılacak “küçük anayasa değişiklikleri” ile dayanılmak istenen Anayasa  maddelerini değiştirme imkanı, yargının kafası üzerinde Demokles Kılıcı olarak  sallanıyor. Bu durumda seçimlerle önü kesilemeyen, yargı yoluyla da bölük  pörçük mücadelelerle yolu kesilmesi güç olan AKP’nin -askeri darbenin de amaca  uygun olmadığı şartlarda- iktidar yürüyüşünün durdurulmasının tek yolu  ,Partinin kapatılması, öne çıkan  yöneticilerinin siyasetten en azından bir süre men edilmesi olabilirdi. Şimdi  Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın kapatma talebinin temeli bu siyasi durum ve  gerekliliklerdir.
    Hukuk değil guguk…
    Fakat tabii ki egemenler bu gerçekleri açıkça ortaya  koymazlar, halkı kandırmak için demagojiler yaparlar. Statükocu Kemalist  iktidar sahiplerinin, AKP iktidarımızı elimizden alıyor, bu yüzden onu  yasaklayacağız, sonrasına Allah kerim, inşallah bu arada beş yıl içinde AKP  ardından kurulacak parti bölünür, CHP güçlenir, başka partiler çıkar, AKP, daha  önce yasakladığımız RP nin durumuna düşer, vb. diyecek halleri yok. Ne  diyorlar? Dedikleri kabaca şu : Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukukun  bağımsızlığı ve üstünlüğü vardır. AKP seçimlerde % 47 aldı diye istediğini  yapamaz. Anayasamıza karşı işler yaparsa, hukukun onu engellemesi hukukun  görevidir. Şimdi Yargıtay Başsavcısı da salt hukuki neden ve gerekçelerle  görevini yerine getirmiş, ve 162 sayfalık gayet ciddi!!! araştırmalara dayanan  bir iddianame ile dava açmıştır. Hukuka herkes saygılı olmalı, dava sonucunu  beklemelidir. vs. vs. 
    Savcı da bu 162 sayfalık iddianamesinde  AKP hakkında sonuçta “ laikliğe aykırı  eylemlerin odağı durumuna geldiği” (İddianame s  162) iddiası  temelinde kapatma ve  siyasetten men edilme taleplerini ileri sürmektedir.
    Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu büyük bir yalandır.  Hukuk denen şey, Türkiye’de sadece adı olan, sonuçta yargı bürokrasisinin  keyfine göre işleyen bir makinedir. Hukuk değil guguktur Türkiye’de olan.  “Yargının bağımsızlığı”  gerektiğinde kendilerini  bağlaması gereken Kanunların üzerinde gören, Kanunların onlar için  pratikte  bir bağlayıcılığı olmayan Yargı  bürokrasisinin yasalardan da bağımsızlığı olarak kavranmakta ve  uygulanmaktadır.
    Bunun en açık örneklerini Şemdinli davasında gördük yaşadık,  Hrant Dink davasında, Çete davalarında vb. yaşıyoruz. Şimdiye kadar Türkiye’de  açılmış ve sonuçlandırılmış tüm Parti kapatma davaları da –ki Türkiye bizzat  burjuva medyanın da itiraf ettiği gibi adeta bir parti mezarlığdır- bu gugukun,  “yargı bağımsızlığı” nın  guguksal  yorumunun örnekleridir. Şimdi AKP ye karşı açılan dava da böyledir.
    Türkiye’nin laik olduğu da büyük bir yalandır. Hayır T.C.  hiçbir dönemde laik olmamıştır. Şimdi laiklik adına savunulan ve uygulanan  kemalist devlet dinli bir “laiklik” karikatürüdür. Bu yüzden “laikliğe karşı  odak olmak” suçlaması, kendileri laik olmayanların, kendilerinden değişik  tarzda laik olmayanlara getirdikleri bir suçlamadır. 
    İşçilerin, emekçilerin egemenlerin bu ikiyüzlü kavgasında  hiçbir kesimin yanında, arkasında yer almaması gerekir. Bizim savunduğumuz  gerçek laikliğin, ne Kemalist dincilerin, ne de “ılımlısından” İslamcı laiklik  savuncularının –ılımlı olmayanlar zaten açıkça şeriat savunuyorlar- “laikliği”  ile ilgisi yoktur. Bizim savunduğumuz laiklik dini bütünü ile bireylerin özel  işi olarak gören, devletin din işlerine karışmadığı, dini de devlet işlerine  karıştırmayan, her dine,her mezhebe eşit mesafe uzaklıkta duran bir devletin  tavrıdır. Gerçek laiklik ancak işçilerin-emekçilerin iktidarında, sosyalizmde  mümkündür. 
    Tutucu, statükocu kesimin bu “sivil” yargı darbesi  girişimine karşı AKP’nin tavrı, bir yandan kendilerinin “laiklik” savunucusu  olduklarını söyleme, diğer yandan yargı’nın millet iradesine karşı çıkarıldığı,  % 47 oy almış bir partinin yasaklanmasının “demokrasi ayıbı” olduğu vb.  temelinde bir savunma oldu. Bunun yanında yargısal darbe denemesini, bu yargıya  yönelik bir darbe ile önleme yollarını tartışmaya başladılar. Anayasanın Parti  Yasaklama ile ilgili maddesinde Anayasa değişikliğini tartışmaya, bunu MHP ile  pazarlığa vb. başladılar. AKP  güya  laiklik savunucusu cephenin karşısına güya demokrasi savunucusu olarak çıktı. 
    Son yargısal sivil darbe girişimi, görmek isteyenlere egemen  sınıfların bütün kanatlarının sahtekarlıklarının görülmesi için yeter malzeme  sundu. Örneğin AKP’nin “% 47 oy almış bir parti yasaklanır mı, bu demokrasi  ayıbıdır.” vb. teranelerini alalım. Bir partinin içinde yaşadığı ve baştan  kabul ettiği Anayasal düzene bağlılığının ölçüsü alınan oy mudur? Demokrasinin  tek kıstası alınan oyun sayısı ve oranı mıdır? Eğer böyle ise o zaman örneğin  NAZİ partisi çoğunluğu kazanırsa haklı mı olacaktır?  Bu sorular uzatılabilir.  Bu soruların her birinin cevabının hayır  olduğu açıktır. Biz Bolşevikler, bugünün Türkiye’sinde –dün de olduğu gibi- parti  yasaklanmasına, bu arada AKP’nin de kapatılmasına  karşıyız. Bu ama AKP yi demokrasi savunucusu  olarak gördüğümüzden, kimi liberal demokrat   aymazların yaptığı gibi “Hepimiz AKP liyiz” dediğimizden  vb. değil. AKP   sahte demokrattır. O  demokrasiyi  yalnızca kendi iktidar yürüyüşünde bir araç olarak kullandığı ölçüde savunmaktadır.  Kendine demokrattır. Bunun böyle olduğu örneğin bugün kendisi hakkında kapatma  talebi ile ortaya çıkan aynı savcı, DTP yi kapatma davası açtığında  bu kapatma talebine “bu demokrasiye  saldırıdır” “halk iradesine saldırıdır” vb. şeklinde karşı çıkmamış olması “ Hukuğa,  hukuk kurumlarına güvenip; davanın sonucunu bekleyelim” tavırları takınmış  olmasıyla tescillidir. Kapanma talebinin Anayasa Mahkemesine gönderildiği gün,  işçi emekçi hareketine karşı takındığı tavırla tescillidir. vb. Bizim bugünün  Türkiye’sinde parti kapatılmasına karşı olmamızın nedeni bunu “demokrasi ayıbı”  vb. olarak görmemizden de kaynaklanmıyor. Biz Bolşevikler emekçileri  birbirlerine düşman eden açıkça  ırkçı,  açıkça din devleti kurma amaçlı, açıkça kadın düşmanı vb. partilerin belirli  şartlar altında yasaklanmasının “demokrasi ayıbı” vb. olarak  adlandırılamayacağını düşünüyoruz.  Buradaki  esas soru şudur : Kim kimi yasaklamak istiyor? Kim kimi yasaklıyor? Kendisi  ırkçı olan bir partinin, bir başka   partiyi ırkçı olarak yasaklamak istemesinin ciddiye alınacak hiçbir yanı  yoktur. Şimdi AKP iddianamesinde kendileri laik olmayanların, kendilerinden  değişik tarzda laik olmayanlara “siz laik değilsiniz” suçlaması getirip  kapatmak istemesinde olduğu gibi. Yani sonuçta demokrasiyi savunma adına ortaya  çıkanların  gerçekte ne olduklarıdır  önemli olan. Demokrasi adına yasak getirenler, eğer kendileri gerçekten  demokratlarsa, yasağı içinde bulunulan anda açık tehdit altında olan  demokrasiyi savunmak için zorunlu bir araç olarak görüyorlarsa, o zaman sorun  değişiktir. Biz bu anlayışta olduğumuz için genelde burjuvazinin egemen olduğu  tüm ülkelerde- bunlarda en gelişmiş biçimiyle burjuva demokrasisi olduğu  şartlarda bile- parti kapatılması yönünde girişimlere kuşkuyla yaklaşıyor,  genelde reddediyoruz. Türkiye’de ise şimdiye kadar olan tüm parti yasaklamaları  sonuçta Kemalist diktatörlüğün iktidar tekelini korumanın aracı, burjuva  anlamda bir demokrasinin bile gelişmesinin engeli olmuştur.
    Bundan sonrası…
    Şimdi egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde bu kapatma  davası nedeniyle iki taraf ta zamana karşı bir yarışa girmiş durumdadır.
    Tutucu-Statükocu Kemalist kanat eğer becerebilirse  AKP’yi kapatıp,  önce çıkan yöneticilerine siyaset yasağı  getirerek, AKP yi bu yolla bitirmeyi denemek konusunda gayet ciddidir. Bu kesim  bugün AKP kapatılsa, haklarında yasak istenen 71 kişiye yasak da konsa, AKP’nin  devamı olacak partinin mecliste hala çoğunluğa sahip olacağının, bu partinin seçimlerde  yine birinci parti olarak çıkması olasılığının, hatta oylarını arttırma  olasılığı olduğunun da farkındadır. Yani AKP’nin bir yargısal darbeyle önünün  kesilmesinin, onun iktidar yürüyüşünü durduramayacağı ihtimali hiç te  küçümsenmeyecek boyuttadır. Burada statükocular açısından en iyi ihtimalli  hesap, AKP yöneticilerinin yasaklı olduğu dönemde, CHP’nin+MHP nin güçlenmesi,  ya da eski ANAP-DYP vb. ni birleştiren bir projeyi gerçekleştirip, AKP tabanını  buraya çekmek üzerine kurulu olabilir. Böyle bir oluşum içine AKP’nin  küskünlerinin vb. de çekilmesi  ile AKP  yi bitirme hesapları yapılıyor olabilir. Ancak siyaset mühendislikçisi bütün bu  hesaplar göle maya çalmaya benzer, “ya tutarsa” hesaplarıdır.   Diğer yandan öncelikle özel sermayeli büyük  burjuvazi siyasi istikrar istemektedir. Fakat seçmenleri de düzene oy üzerinden  de bağlayan, en azından görünürde seçmen çoğunluğuna dayanan bir siyasi  istikrar istemektedir. AKP’nin bırakalım yasaklanmasını, yasaklanma tehdidi  altında bulunması bile bu siyasi istikrar talebine terstir. Bunun yanında batılı  emperyalist büyük güçler de yasaklanma tehdidinden, aynı siyasi istikrar  gerekçesiyle rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Bu durumda bütün sorumluluk  11 Hakimin omuzlarına yüklenmiş durumdadır. Anayasa Mahkemesinin Sezer  tarafından atanmış statükocu 8  ideolojik  Kemalist üyesinin bu kadar ağır bir sorumluluğu omuzlamaya hazır olup  olmadığını pratikte göreceğiz. 
    Yürüyen süreçte tabii Anayasa mahkemesinin, raportör  raporunu sunduktan sonra bu davayı kabul etmemesi, geri çevirmesi de mümkündür.  Böyle bir tavır, burjuvazi tarafından “gördünüz mü Türkiye hukuk devleti”  palavrasının yoğun propagandası için iyi malzeme sağlar.  AKP ile onun tasfiye etmek istediği statükocu  Kemalist bürokrasi arasındaki iktidar dalaşında, AKP’nin atacağı adımlar  konusunda daha dikkatli olması noktasında uyarılması anlamına ve iki kanat  arasında  geçici bir uzlaşma anlamına  gelir. Fakat böyle bir geri çevirme, Türkiye burjuvazisinin genel çıkarlarına  uygun olsa da, yargı içinde Kemalist dayanışmayı zedeleyeceği, Yargıtay baş  savcısını yalnız bırakacağı için az bir olasılık olarak görünmektedir.
    Tabii davanın kabul edilmesi şartlarında, dava süreci  tamamlandıktan sonra, AKP’nin kapatılması yönündeki talebin red edilmesini  içeren bir karar çıkması halinde de –ilkinden daha az zarar verici olsa da-  benzer bir durum çıkacaktır.
    Hal böyle olduğu için AKP’nin kapatılmasının önlenmesinin  yolu olarak, Anayasanın kapatma ile ilgili 69. maddesinin değiştirilmesi  kalmaktadır. AKP bu yolu deneyecektir. 
    Burada da, statükocu Kemalist kesim, yapılacak bir Anayasa  değişikliğinin, daha önce başlanmış, yürüyen bir dava için geçerli  olmayacağını, diğer kesim ise geçerli olacağını savunacak, uzun süre bu konuda  da kavga yürüyecek, bizim de bu kavgada taraf olmamız istenecektir. Biz bir  yanı ile egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde gayet ciddi ve tehlikeli  olan ve fakat işçilerin emekçilerin gerçek dertlerinin, sorunlarının çözümü  mücadelesi, gerçek demokrasi ve sosyalizm mücadelesi açısından tam bir kayıkçı  kavgası olan bu kavgada egemenlerin her hangi bir bölümünün yanında taraf  değiliz. 
    
    Bizim kendi tarafımız var !
      Biz işçilerin emekçilerin iş-aş-ekmek-konut –eğitim -insanca  yaşama şartları mücadelelisinin tarafındayız! 
      Biz işçilerin-emekçilerin örgütlenme özgürlüğü mücadelesinin  yanındayız! 
      Biz mezarda emekliliğe karşı mücadelenin tarafındayız!
    Biz işçilerin emekçilerin kendi iktidarlarını kurma mücadelesinin  tarafındayız!
      Biliyoruz ki, gerçek demokrasi burjuvazinin egemen olduğu,  sömürünün egemen olduğu bir sistemde mümkün değildir!
      İşçilere emekçilere demokrasi adı altında sunulan burjuva  demokrasisi, biçimi ne olursa olsun, işçiler ve emekçiler üzerinde  sömürücülerin diktatörlüğünün adıdır! 
      Biliyoruz ki, işçilerin emekçilerin gerçek kurtuluşu,  ücretli kölelik sisteminin yıkılmasında, emeğin egemenliğinin kurulmasındadır !
      Biliyoruz ki, kurtuluş   çalışabilir herkesin çalıştığı, sömürünün ortadan kaldırılmış olduğu,  herkesin topluma yaptığı katkı kadar pay aldığı bir sistemdedir, sosyalizmdedir  !
      Biliyoruz ki, sosyalizm çalışmanın bir yük değil bir zevk  olduğu, herkesin  severek, isteyerek en  iyi yapabileceği işle topluma katkıda bulunduğu, ve toplumdan sınırını  kendisinin   belirlediği ihtiyacı kadar aldığı geleceğin zenginlik toplumuna, gerçek  komünizme  giden yolda bir ara aşamadır  yalnızca !
      Bütün bunları bildiğimiz için, işçilere-emekçilere  sesleniyoruz :
      Egemenlerin kayıkçı kavgalarında onları yalnız bırakın  !  Kendi öz çıkarlarınız için  örgütlenin!  Kendi öz çıkarlarınız için,  burjuvazinin tümüne karşı sınıf mücadelesinde birleşin !
      Örgütlü işçi sınıfı her şey, örgütsüz işçi sınıfı hiçtir !
      Bolşevik saflarda örgütlenin ! Örgütlenin ! Örgütlenin !
    20 Mart 2008