Türkiye Cumhuriyeti =
80 yıl halklar hapishanesi!

Türk hakim sınıfları, Türkiye Cumhuriyeti’nin 80. yıldönümünü değişik etkinliklerle kutlamaya hazırlanıyor. Cumhuriyetin 80. yılında da, her zamanki gibi Kemalizmin faziletleri üzerine sonu gelmez methiyelerle kitlelerin beyni, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene” vb. söylemlerle yıkanmaya çalışılacak… Türkiye Cumhuriyeti denen devletin resmi sınırları içinde yaşayan herkesin –Lozan’da dini azınlık olarak varlığı kabul edilen Rum-Ermeni-Museviler dışında hepimizin– Türk olduğu masalları anlatılacak; “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” yeniden ve yeniden beyinlere şırıngalanmaya çalışılacak…

80. yıl kutlamaları Irak’a asker göndermenin planlarının yapıldığı, ABD emperyalizmiyle yoğun pazarlıklara girildiği bir döneme denk düşüyor. İşgal gücü, Irak halklarına “yardım gücü”, “Irak’ın yeniden yapılandırılması”, “Irak’ın demokratikleşmesine hizmet” olarak kamuoyuna sunuluyor.

Oysa gerçekler, ne ABD gibi emperyalist bir gücün ve müttefiklerinin, ne de Türk ordusunun demokrasinin temsilcisi olduğunu ortaya koymaktadır. En basit biçimiyle ele alınsa bile, sözkonusu askeri güçlerin Irak’ta işgalci güç oldukları gerçeği ortadadır. Tüm bu güçlerin Irak’ta bulunmasının demokrasiyle hiçbir alakası yoktur. Ve hepsinin de Irak-Güney Kürdistan’dan hemen çıkması gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti denen devletin kuruluşundan bu yana geçen 80 sene, Türk ordusunun faşist bir devletin askeri gücü olduğunu, Türk ordusunun faşist bir ordu olduğunu; Kuzey Kürdistan’ı, Batı Ermenistan’ı ve değişik milliyetlere ait toprakları işgal ve ilhak eden bir güç olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Böylesi işgalci bir sömürgeci faşist gücün “Irak’ın demokratikleşmesi” vb. gibi misyonlara soyunması, tarihi gerçekleri tersyüz etmektir. Gerçeklerin üzeri bu demagojilerle de örtülemez! Faşist Türk ordusu Irak’a, TC’nin savaş sonrası Irak’taki gelişmelerde söz sahibi olabilmesi için, en başta da Güney Kürdistan’da olası bir Kürt devletinin kuruluşunu engellemek için gitmeye hazırdır.

Kısaca söylenirse cumhuriyetin 80. yılında da Türk devleti faşist, Türk ordusu işgalci… ve Türkiye Cumhuriyeti denen devletin resmi sınırları bir halklar hapishanesi!

80 yıllık Cumhuriyet tarihinin gösterdiği kimi gerçekler…

Türk milleti dışındaki millet ve milli azınlıkların varlığının inkârı üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nde, en basit demokratik milli hak talebi, kanla barutla, tankla topla bastırılmıştır.

Ulusal kurtuluş savaşı sürecinde, daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce kurulan Ankara Hükümeti, Koçgiri İsyanını kanla bastırmış, savaş dönemini bu katliamı unutturmak için kullanmıştır.

Koçgiri isyanından da önce, 20. yüzyılın ilk soykırımı olan Ermeni soykırımı gerçekleştirilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti, bu soykırımdan da sorumlu ve suçlu olanların önderliğinde Ermeni soykırımının üzerinde yükselmiştir…

Kelimenin gerçek anlamında Türkiye Cumhuriyeti devleti bir halklar hapishanesi olarak kurulmuş ve bugüne dek de bu niteliğini korumuştur. Cumhuriyetin ilanından önce gerçekleşen Ermeni soykırımını ve bastırılan Koçgiri isyanını saymasak bile, TC’nin tarihinde hep ulusal zulüm, baskı ve katliamlar yaşanmıştır.

1923 Ekim ayında Cumhuriyetin ilanından İkinci Dünya Savaşı dönemine kadar katliamlar sürekli ve sistemli biçimde yürütülmüştür. İsyanları tankla topla ezme, isyancıları katletme ve kitleleri yerlerinden yurtlarından etme-sürme, zorla asimile etmeye çalışma vb. uygulamalar TC tarihinin sürekli ve sistemli yolarkadaşı olmuştur.

TC’nin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı dönemine kadarki süreçte sözkonusu olan isyanlar ve “tenkil harekâtları”nın kısa bir dökümü bile bu gerçeği göstermeye yeterlidir. Burada bilinçte tutulması gereken bir şey, “tenkil harekâtı” denen şeyin, isyan olmadığı halde, devletin Türk olmayan ulus ve milliyetlere karşı “önlem” olarak düşündüğü, saldırı harekâtları olduğudur.

Devletin, (genelkurmayın aslında) belgelerine göre sözkonusu ettiğimiz dönemdeki isyan ve “tenkil harekâtları” şunlardır:

7 Ağustos 1924, Nasturi İsyanı. 13 Şubat-31 Mayıs 1925, Şeyh Said İsyanı. 10 Haziran 1925, Nehri (Şemdinli) İsyanı. 9-12 Ağustos 1925, Raçkotan-Raman İsyanı. 1925’ten 1937’ye kadar süren, Sason ayaklanmaları. 21-25 Ocak 1926, Hazo İsyanı. 10-11 Mart-18 Nisan 1926, Haço İsyanı. 16 Mayıs 1926, Birinci Ağrı İsyanı. 7 Ekim-30 Kasım 1926, Koçuşağı İsyanı. 26 Mayıs-25 Ağustos 1927 Mutki İsyanı. 13-20 Eylül 1927, İkinci Ağrı İsyanı. 7 Ekim-17 Kasım 1927, Bicar Tenkil Harekâtı. 22 Mayıs-3 Ağustos 1929, Asi Resul İsyanı. 14-27 Eylül 1929, Tendürük Harekâtı. 20 Mayıs-9 Haziran 1930, Savur Tenkil Harekâtı. 20 Haziran-18 Eylül 1930, Zilan (Zeylan) İsyanı. 7 Eylül 1930, Üçüncü Ağrı İsyanı. 16 Temmuz-10 Ekim 1930 Oramar İsyanı. 8 Ekim-14 Kasım 1930, Pülümür Harekâtı. 21 Mart 1937’de başlayan ve çatışmaların, daha doğrusu bastırma harekâtının birkaç yıl sürdüğü Dersim İsyanı.

Bu isyan ve harekâtlarda faşist Türk devleti binlerce, onbinlerce insanı katletmiş, yerinden yurdundan sürmüştür.

Sözkonusu süreçte Kürt milletine ve milli azınlıklara karşı mücadele yürütüldüğü, TBMM tarafından alınan kararlarla, çıkarılan yasalarla da belgelidir. Örneğin “Takrir-i Sükun Kanunu”nun ilanı, “İstiklâl Mahkemeleri”nin kurulması ve çıkarılan “İskân” ve “Tunceli Kanunu”, “Varlık Vergisi” vb. yasalar, böylesi yasalardır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’li yıllara kadar dikkate değer bir ulusal hareket, ya da isyan yaşanmadı. Türkiye’de milli meselenin üzeri betonlanmaya çalışıldı. Türk olmayan millet ve milliyetlerden insanlar, zorla asimile edilmek, Türkleştirilmek istendi ve bunun için çalışıldı. Müslüman olmayan millet ve milli azınlıklara karşı ise, özellikle de Ermeni ve Rum’lara karşı baskılar sürdü, 6-7 Eylül 1955’te olduğu gibi katliamlar gerçekleştirildi, çoğu Türkiye’den sürüldü… Yani isyanların olmadığı dönemde de Türk devletinin ulusal baskısı, zulmü sürdü.

1968 hareketi ve sonrasındaki gelişmeler 1970’li yıllarda Kürt milli meselesinin yeniden gündeme gelmesine de yol açtı. 12 Eylül 1980 askeri cuntası ile Kürt milli mücadelesinin bastırılmaya çalışılması da, 1984’te PKK önderliğinde silahlı mücadelenin başlamasını önleyemedi.

Türk devlet yetkilileri önce “üç beş çapulcu” diyerek pek ciddiye almadıkları eylemleri daha sonra “isyan” olarak değerlendirip “29. isyanı da kısa sürede bastırırız” diyerek saldırıya geçtiler. Adı resmen konmayan bu savaş 15 yıl sürdü.

Bu tarihten itibaren yaşanan bazı olgular şunlardır: “Olağanüstü Hal Yasası” çıkarılarak OHAL Bölge Valiliği oluşturuldu. OHAL resmen 2002 Kasım ayına kadar sürdü. 2002 Kasım ayının sonundan itibaren de adı OHAL olmasa da, Kürtlere karşı saldırılar, baskılar, kısacası ulusal zulüm sürüyor.

Özellikle 1990’lı yılların başlarından itibaren ağırlık verilen yerleşim alanlarının boşaltılması siyaseti sonucu, devletin baskılarından canını kurtarmak için yerini yurdunu terketmek zorunda kalanların sayısı dört milyon civarındadır.

Dört bin civarında yerleşim alanı yakıldı, yıkıldı. “Terörizme desteği kesme” adına, yerleşim alanlarının boşaltılması dışında, ormanlar kesilerek, yakılarak yok edildi. Tüm baskılara, tehditlere rağmen yerini yurdunu terketmeyenlere gıda ambargosu da uygulanarak Kürt insanı sürgüne zorlandı.

Baskıların, zulmün istenen sonucu vermediği yerde de, devlet “yardımsever” görüntüsüne bürünüp asimilasyonu, Türkleştirmeyi başka yöntemlerle gündeme getirdi. “Yatılı İlköğretim Bölge Okulları”yla (YİBO) Kürt çocukları, gençleri; “Gönüllü Kuruluşlar Ulusal Kadın Sağlığı Komisyonu” (KASAKOM), “Çok Amaçlı Toplumsal Merkezler” (ÇATOM), ve “Toplumsal Kalkınma Merkezleri” (TOKAP) gibi oluşumlarla da Kürt kadınları Türkleştirilmeye çalışıldı, çalışılıyor.

Kuşkusuz öne çıkan Kürt milli meselesi olsa da, TC’nin ulusal zulmü, baskısı tüm milli azınlıklar üzerinde sürmektedir. Özellikle Ermeni soykırımı bağlamında Ermeni düşmanlığı yoğun biçimde körüklenmektedir.

Tüm Avrupa yasalarına uyum paketlerine rağmen, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkı ve tüm milli azınlıkların tam hak eşitliği faşizmin postallarıyla çiğnenmeye devam edilmektedir. Bırakın bu temel demokratik hakları bir yana, Türk milletinden başka millet ve milli azınlıkların varlığı bile hâlâ gerçek anlamda kabul edilmemekte, tüm millet ve milliyetlerin –dini azınlık olarak kabul edilen Hristiyan ve Museviler dışında– “Türk milletinin mozaiği” olduğu genel yaklaşımı hakimiyetini korumaktadır. Bu halklar hapishanesinde ya Türksün, ya yoksun!

Baskıların güncel bazı görüntüleri

Anadilde eğitim meselesi. Türk milleti dışındaki millet ve milli azınlıkların varlığının inkârı üzerinde yükselen siyaset, kuşkusuz anadilde eğitim meselesine de yansımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti denen devlette resmi dil Türkçedir, resmi eğitim dili de! Bu olgu bile, Türk milletinin egemen millet olarak imtiyaza sahip olduğunu, en başında diller arasında eşitsizlik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu eşitsizlik pratikte kendisini çok daha açık göstermektedir.

Türkiye’nin AB’ye üyeliği için öngörülen uyum “yasaları” bu eşitsizliği, en azından burjuva bakış açısıyla biraz da olsa gidermenin yasal yolunu açtı… 3 Ağustos 2002 tarihinde meclisten geçen “uyum yasaları”, Türkçe dışındaki dillerin —tabii ki Türk devletinin resmi sınırları içindeki dillerin, Kürtçe, Lazca, Arapça, Süryanice, Romanca vb. tüm dillerin– özel kurslarda öğrenilmesinin yolunu açtı. Bu değişiklik, anadilde eğitimin yapılmasını içermiyor, tersine anadilde eğitim hakkı bu yasalarda da yoktur. Yani gayet basit, her insanın demokratik bir hakkı olan bir meselede bile, yasalarda sadece geri düzeylerdeki değişiklikler yapılıyor.

Bu geri düzeydeki değişiklikler de gerçekte uygulanmaya konmuyor. Yasama yeni yasaları kağıt üzerinde ortaya koysa da, yürütme, “alışmış kudurmuştan beter” deyimini haklı çıkarırcasına, eski uygulamaya devam ediyor, hatta bazı noktalarda yer yer daha fazla baskı, yasak pratiğini gösteriyor.

Özel kurslarla anadilini öğrenmek isteyenlere yönetmeliklerden, eğitim kurallarına kadar bir çok değişik zorluk, engel çıkarılmakta; anadillerini “seçmeli ders” olarak öğrenmek isteyen ve bunu talep eden öğrenciler mahkemeye verilmekte, okuldan uzaklaştırılmakta, tutuklanmakta vb. vb. Sonuç olarak kendi çıkardıkları yasalar –ki, bu yasalar da gerçekte eşitliği sağlayan yasalar değil– bile uygulanmamaktadır. Bu, bu yaz aylarında AKP hükümetinin demokratikleşme şovlarıyla meclisten geçirdiği 6. ve 7. uyum paketine rağmen böyledir.

Anadilde yayın meselesi. Bu konu, anadilde eğitim meselesine benzer bir durum arzediyor. Sözkonusu “uyum yasaları”, Türkçe dışındaki dillerde yayın yapma yolu açıyor… Türk hakim sınıfları ilk başta sözkonusu yayınların kendi kontrollerinde olmasını istediklerinden dolayı, sorunu RTÜK kanunuyla, yönetmeliklerle kılıfına uydurmaya çalıştı.

Buna göre “Türk vatandaşlarının kullandıkları geleneksel dil ve lehçelerde” yayın sadece TRT tarafından yapılabilecek. Ayrıca, sözkonusu dillerin, lehçelerin öğretilmesi amaçlı yayın yapılamayacak! Bu yayınların zamanı da çok kısıtlı, radyo yayını haftada 4 saat, televizyon yayını haftada 2 saatin üzerine çıkmayacak!

Kamuoyu bu kısıtlamalara rağmen, sözkonusu yayınları bugüne kadar göremedi! TRT yayına başlamadı, diğer TV kanallarına ise izin yok! Bu arada, Danıştay 10. Dairesi, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde TRT’ye getirilen Kürtçe yayın yapmaya ilişkin yönetmeliğin durdurulmasına karar verdi. Böylece Kürtçe ve diğer dillerdeki yayınlar pratik olarak mümkün olmamaktadır. Yerel radyo ve TV’lerin Kürtçe ya da milli azınlıkların dilinde yayın yapması ise, her denemede RTÜK balyozuyla “düzeltilmektedir”…

İsim koyma meselesi. AB’ye “uyum yasaları”nın 6. ve 7. paketinin meclisten geçmesiyle isim koyma yasağı kâğıt üzerinde kalktı! Buna göre anne-babaların önünde, artık Türkçe isimler dışındaki isimleri çocuklarına vermelerinin engeli yoktu! 6. ve 7. paketin “demokratikleşme” yolunda çok önemli paketler olduğunu savunan ve Türk hakim sınıflarının AB’ci kesiminden hükümetin kalemşorlarına / liboşlarına kadar herkes, bu paketleri överken bir gerçeği, Türkçe isimler dışındaki isimlerin yasak olduğu gerçeğini kabul ediyorlardı.

Buna göre artık yasak ortadan kalkmıştı! Ama yaşam tersini ortaya koyuyor. Yasak, bir yandan AB’ye uyum adına kaldırılırken diğer yandan ama biçimi değiştirilerek sürdürülüyor… Bu durumu burjuva medyanın kalemşorları bile dile getirmektedir. M. Ali Birand, 24 Eylül tarihli Posta gazetesinde yazdığı yazıda bürokrasinin AB’ye direndiğini tespit ediyor ve isim meselesinde şunu yazıyor:

“Etnik isimler konulmasıyla ilgili yasağın kaldırılmasına rağmen, nüfus müdürlükleri hâlâ eski yasağı sürdürüyorlar. Etnik isimlerin verilmesini yasaklıyorlar. Neden? Zira İçişleri Bakanlığı, yasa değişikliğini sahaya yansıtmadı.”

Birand’ın bu tavrı takındığı günlerde İçişleri Bakanlığı bu konuyla ilgili genelge çıkarmakla uğraşıyordu. 24 Eylül 2003 tarihinde, İçişleri Bakanı Aksu’nun imzaladığı genelge, 81 ilin valiliklerine gönderildi. Buna göre, “genel ahlak kurallarına aykırı olmamak, kamuoyunu incitici yanı bulunmamak ve Türk alfabesine uygun olma koşulu” ile istenen isim konabilecekti!

Bu genelgede tabii ki göze çarpan esas nokta Türk alfabesine uygunluk koşuludur. Buna göre Türk alfabesinde yer almayan harfleri içinde barındıran isimlere izin yoktur, yasaktır! Örneğin, Xezal, Welat, Feqi gibi isimleri, Türk alfabesinde yer almayan X, W, Q harfleri yüzünden çocuklarınıza veremezsiniz.

Devletin resmi kurumlarının genelgesi bu olunca, bu genelgeyi uygulayan nüfus dairelerinin uygulamasının nasıl olabileceğini tahmin edebilirsiniz. İsim yasağında delik açılsa da, gerçekte yasak ortadan kalkmış değil.

Vakıflar. AB’ye “uyum yasaları” bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir nokta da “Cemaat Vakıfları” ile ilgilidir. TC’nin Lozan’daki anlaşmaya göre dini azınlık olarak kabul ettiği Musevi, Rum ve Ermenilerin üzerindeki baskılar, vakıfların taşınmaz mülk edinmesine de yansıyordu. Yapılan değişikliğe göre azınlık vakıflarının taşınmaz mülk edinmesi kolaylaştırılıyordu. Gerçekte ise, Bakanlar Kurulu’nun vereceği kararın, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmesi dışında önemli bir değişiklik yapılmadı. Bu ise, vakıfların işini değil, yönetimin işini, daha doğrusu Bakanlar Kurulu’nun işini kolaylaştırıyordu. Özellikle Ermeni ve Rum düşmanlığının körüklendiği gerçeği ise, sürekli yaşanan bir gerçekliktir. Süryaniler ya da Keldaniler ise, Hristiyan oldukları halde TC tarafından dini azınlık olarak bile kabul edilmemektedir.

* * *

Kuzey Kürdistan’da OHAL resmen kaldırılmış olsa da, gerçekte baskılar, zulüm devam ediyor. Sadece Kuzey Kürdistan’da değil, genel olarak Türkiye çapında baskılar yoğun halde sürüyor. DEHAP’a karşı baskılardan İHD’ye karşı baskılara kadar insan hakları ihlallerinin, 2002 yılının aynı dönemine göre 2003 yılında çoğaldığı, değişik verilerde ortaya konmaktadır.

Öyle bir durum yaşanıyor ki, Türk milleti dışındaki millet ve milli azınlıkların inkârı üzerinde yükselen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi devlet sınırları içindeki milli meselenin varlığının üzerini “Türkiyelilik” kavramı ile örtmeye çalışan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Türkiyelilik” kavramını kullanması bile, bu kavramın “ayrımcı” (Oktay Ekşi şovenisti böyle değerlendiriyor…) olduğu gerekçesiyle büyük tepki görüyor! Oysa, bu kavram tam da Türklerin ülkesini dile getiren ve Kuzey Kürdistan, Batı Ermenistan ve benzeri bölgelerin inkârını içeren bir kavramdır. Kuşkusuz Türkiye diye bir coğrafya vardır ve bu coğrafyaya –başka isim verilmediği sürece– Türkiye deme durumunda kalınacaktır. Fakat, egemen olan yaklaşıma, yani Türk egemenlerinin yaklaşımına göre Türkiye kavramı andaki resmi devlet sınırlarının tanımıdır. Ve bu kavram bağlamında ille de söylenecekse, Ekşi’nin dediği gibi bu kavram “ayrımcı” değil, İNKÂRCIDIR!

Halklar hapishanesi Türkiye Cumhuriyeti’nde, değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin, halkların birliğini ve ortak mücadelesini gerçekleştirmenin ön koşullarından biri, zorunlu birliğin parçalanması için mücadele etmektir! Bu devlete karşı bölücülük yapmaktır! Görev faşist Türk devletini bu halklar hapishanesinin duvarlarının altına gömmek için mücadeledir!

Başta Türk milletinden işçilerin ve emekçilerin görevi, bu baskılara karşı mücadele etmektir. Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını ve tüm milliyetlere tam hak eşitliğini savunmaktır. İşçilerin ve emekçilerin birliği ve ortak mücadelesi temelinde; tüm millet ve milliyetlerin özgürlüğünü gerçekleştirebilecek ve sosyalizme gidecek yolu açacak olan demokratik devrim mücadelesini yükseltmektir.

Burjuvazinin cumhuriyetiyle değil, Sovyet Cumhuriyetiyle işçilerin, emekçilerin ve tüm millet ve milliyetlerin gerçek özgürlüğü kazanılacaktır! 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi bu alanda da yolumuzu aydınlatıyor!

30 Eylül 2003 •

Home