GELİŞMELER VE BİZ

Herşeye Rağmen… Tek Alternatif var:
Sosyalizm–Komünizm! Tek Yol var: Devrim!

Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan-Türkiye)’nin Merkez Komitesi 5. Toplantısı bundan kısa süre önce gerçekleştirildi. Aşağıda bu toplantıda siyasi gelişmeler konusunda yapılan bazı değerlendirmeleri “Merkez Komitesi 5. Toplantısı Kısa Sonuçları” isimli belgeden aktarıyoruz…

SİYASİ GELİŞMELER

Irak’ta ABD’nin dediği ve istediği oldu!

Son dönemde uluslararası alandaki en önemli gelişme kuşkusuz Irak’taki savaştır. Konuyla ilgili olarak partimizin çeşitli yayın organlarında güncel gelişmelere bağlı olarak tavırlar takınılmıştır.

Burada savaş bağlamında kimi sorunlarda, kimisi tekrar olan, kimisi yeni olan şu değerlendirmeleri aktarmak istiyoruz…

Bir kez daha savaşın niteliği ile ilgili

Solda bu savaşın niteliği ile ilgili oldukça yaygın bir kafa karışıklığı vardı.

Biz en başından itibaren bu savaşın iki taraf açısından da haksız bir savaş olacağı tespitini değerlendirmemizin merkezine koyduk.

Bu tespitin siyasi sonucu, savaş halinde her iki yanda da askerlerin silahları kendi burjuvazisine çevirmesi gerektiği yönünde çağrı idi. Ne Bush–ABD’nin haksız emperyalist savaşının yanında; ne de Saddam rejiminin faşist diktatörlüğünü ayakta tutmak için savaşın saflarında yer almak. Bunun yerine her iki tarafta kendi burjuvazisine karşı devrim için savaşmak. Yapılması gereken bu idi. Kuzey Kürdistan-Türkiye (KK/T) açısından, TC’nin açıkça bu savaşta yer alması halinde de, başka bir durumda da, KK/T’de başdüşman TC faşist devleti idi/dir; KK/T’li işçi ve köylüler bu savaştaki gelişmelerden TC devletine karşı devrim mücadelesini yükseltmek için ellerinden geldiğince yararlanmalı; savaşta faşist Türk ordusunun saflarında kim olursa olsun sınıf kardeşlerine karşı piyon olmayı reddetmelidir. Bizim savaştaki siyasi çizgimiz bu idi.

Kuşkusuz bugünkü güç ilişkileri ve dengesinde, komünist hareketin güçsüzlüğü şartlarında attığımız gerici, karşı devrimci, emperyalist savaşı, devrimci iç savaşa dönüştürme; silahları gerçek düşmana, ‘kendi burjuvazisine çevirme’, devrimci savaş (genel ayaklanma, halk savaşı) şiarları, gerçekte emekçi kitlelerin ve işçi sınıfının en ileri kesimlerine yönelik propaganda şiarları niteliğinde idi. Yine de yapılması gereken bu doğru düşüncenin dillendirilmesi idi, atılması gereken şiarlar bunlardı.

Daha savaş hazırlıkları sırasında “iki taraflı haksız savaş” değerlendirmesi birçok sol insan ve grup tarafından yapılmadı. Böyle açık ve net bir tespitten kaçınıldı.

Tam tersine, solda egemen olan anlayış, bu savaşın tek taraflı bir emperyalist saldırı olacağı, hatta buna savaş bile denmeyeceği anlayışı idi. Bu tavrın siyasi sonucu aslında, emperyalist saldırı savaşına karşı, bu savaşın hedefi olanın haklı yan olduğu ve onun yanında yer almak gerektiği şeklinde bir sonuçtur. Fakat bunun Saddam rejiminin yanında yer almak demek olduğunu bilen ve bunu açıkça yapmak istemeyenler, bu mantıki sonuca vardırmadılar söylediklerini. Savaşa karşı bütün propagandalarında, Saddam rejimine karşı tavır konusunda laf etmeyerek, bütün güçleriyle ABD emperyalizminin emperyalist saldırısını teşhire yöneldiler. Ajitasyonda yer yer ABD’yi Hitler Almanyası, Bush’u Hitler’le benzetmelerle, pratikte yer yer Saddam rejimi nerdeyse antifaşist bir konuma kondu.

Açık Saddamcılar…

İki taraflı haksız savaş tespitini yapmayanlar içinde biraz tutarlı olan ve açık konuşanlar ise Saddam rejimine antiemperyalist payeler verip, onun antemperyalist savaşının yanında olduklarını ilan ettiler. Öyle ya, bir yanda devasa bir emperyalist güç vardı. Dünyanın en güçlü ve korkutucu askeri makinesiyle mazlum bir ülkeyi işgale yelteniyor; bu bağlamda “uluslararası hukuk” vb.ni çiğniyordu. Buna karşı işgal edilmeye kalkılan ülkesini savunma savaşı yürüten bir rejim vardı. Objektif olarak emperyalist işgale karşı antiişgalci–antiemperyalist savaş söz konusuydu. Burda Saddam bağımsızlığı savunuyordu. Onun şahsında halklar emperyalizme karşı direniyordu. Saddam içte faşist olabilirdi. Ama şimdi, aynı 1920’lerde Afgan emiri Amanullah Han gibi, objektif olarak emperyalizme karşı direnen bir konumdaydı vs. vb. Bu yüzden herkes bu savaşta Saddam rejiminin yanında yer almalıydı.

Türkiye’de ideolojik Kemalistler, en başta da tabii Aydınlık, açık Saddamcılık konusunda başı çekiyordu. Tabii bunların Saddamcılığında Üç Dünya Teorisi de bilinen rolünü oynuyordu.

(Bu Amanullah Han benzetmeleri her zaman karşımıza çıkıyor, çıkacak. “Devrimci ve Cumhuriyetçi bir programa sahip olmadığı halde… İngiliz İşçi Partisiyle karşılaştırıldığında devrimci konumda” olan 1920’lerde Afganistan’daki Amanullah Han hareketini objektif olarak devrimci kılan ve proleter dünya devriminin doğrudan yedeği haline getiren önemli ölçüde o günkü enternasyonal durumdu. Sovyetler Birliği (SB) dünyanın tek sosyalist iktidarı olarak İngiliz emperyalizminin ülkeyi işgaline karşı savaşan güçleri birleştiren Amanullah Han’a destek veren tek devlet konumundaydı; Amanullah Han hareketi diğer emperyalist büyük güçlerin kontrolünde değildi, savaşı bir bütün olarak emperyalizmi zayıflatıyordu vs. Bugünkü ortamda Amanullah Han hareketi tipi bir hareket mümkün değildir. Bu konuda Bkz. Ulusal Sorun, Eğitim Notları, H. Yeşil, s. 20–22)

Ve utangaç Saddamcılar

Bu kadar açık konuşmayı, bu kadar açık bir şekilde Saddamcı olmayı solculuklarına yediremeyen utangaç Saddam yanlıları da, bu son cümleyi “Bu yüzden herkes bu savaşta ulusal kurtuluşu için mücadele eden Irak halkının yanında yer almalıdır” biçiminde kuruyordu.

Bu bağlamda, devrimci gruplar da dahil dışımızdaki hemen tüm sol bu yaklaşımın varyasyonlarını sergiliyordu.

Yanlış Tezler

Bütün bu yaklaşımlar kökten yanlıştır.

·        Önce “savaş değil, tek yanlı emperyalist/sömürgeci saldırı söz konusudur” tezi: Bu bağlamda Marksist-Leninistler soruna kim saldırıda, kim savunmada diye yaklaşmazlar. Saldıran veya saldırılan olmak belirleyici değildir. Belirleyici olan şudur: Söz konusu silahlı çatışmada, bu çatışmada yer alan taraflar hangi siyaseti ‘savaş araçlarıyla’ sürdürmektedir? ‘Tek yanlı emperyalist saldırı’ tespiti, saldırılan tarafın da tabii ki –kendini savunma amacıyla da olsa– taraf olduğunun, olacağının, bu anlamda savaşın iki taraflı olacağı gerçeğinin üzerini örtmektedir. İkinci olarak da, savaşta bir tarafın hangi siyaseti izlediğini belirtirken (emperyalist/sömürgeci), savaşın diğer tarafının hangi siyaseti izlediği sorusunu es geçmektedir. Söyleyelim: Savaş bu taraf açısından Saddam rejimini ayakta tutma siyasetinin bir aracıydı.

·        İkinci olarak: Emperyalist işgal/ona karşı direnme, objektif olarak antiemperyalist tavır gerekçesi. (Bu gerekçenin bizim çevremizde de epey kafa karıştırdığını tespit etmeliyiz.) Gerçekten de bu savaşta emperyalist işgal, savaşan taraflardan birinin izlediği siyasetti. Bunun karşısındaki savaş tarafının izlediği siyaset bu anlamda emperyalist işgale karşı bir siyasetti, antiişgalci idi. Fakat bu, antiişgalci siyasetin, antiemperyalist olduğu anlamına gelmiyor. ABD’nin Irak’ı işgaline karşı olan Saddam rejimi, kendisi bizzat Güney Kürdistan/Kuzey Irak’ta işgalci konumdaydı. ABD’ye karşı antiişgalci savaş, Güney Kürdistan açısından faşist Saddam rejiminin işgalinin sürdürülmesinden yana işgalci-sömürgeci bir savaştı. Ayrıca ABD işgaline karşı olan Saddam rejimi, emperyalist bütün güçlerle, –buna aslında ABD emperyalizmi de dahildir– açık işgalin gerisinde her türlü işbirliğine hazırdı. Bu rejimin sürdüreceği antiişgalci savaşın, antiemperyalist bir savaşmış gibi gösterilmesi tuhaf bir aymazlıktır. Bu bağlamda Kemalistler/Saddam benzetmesi de yanlıştır. 1919/20’de SB’nin varlığı şartlarında, dünyanın henüz yeni bir dünya savaşından çıktığı, Avrupa’da devrimci çalkantıların yaşandığı bir ortamda, Kemalistlerin antiişgal savaşını ‘güdük antiemperyalist’ kılan dış şartlar vardı. Saddam’ın antiişgal savaşı, “güdük” bile olsa bir antiemperyalist niteliğe sahip değildi. Tabii ki her iki tarafın da gerici olduğu teşhir edilirken, esas darbe büyük hayduta vurulmalıydı, somutta saldıran, güçlü olan vb. oydu. Karşı olduğumuz bu değil, bir yanın gerici olarak teşhirinin “unutulması” ya da hatta ilerici görülüp gösterilmesidir.

·        “Irak halkının yanında yer almak” gerekçesine gelince: Bu somut savaşta Irak halkı, Saddam rejiminden bağımsız olarak ABD işgaline karşı bir savaş yürütüyor olsa ve savaşa niteliğini veren bu olsa, o zaman bu savaşın yanında yer almak her ilerici, devrimci, demokrat insanın göreviydi. O zaman tabii ki iki taraflı haksız bir savaş söz konusu olmazdı. Gerçek durum neydi? Irak halkının –halklarının– bağımsız bir örgütlenmesi, her iki yana da vuran bir savaşı mı söz konusuydu? Yoksa işgale karşı savaş, esasta Saddam rejiminin ayakta kalma savaşı mıydı? Gerçek durum net olarak bu savaşta iki taraf olduğudur: bir yanda ABD emperyalizmi ve müttefikleri, öbür yanda Saddam rejimi. İki taraflı haksız bir savaş! Hangi gerekçeyle olursa olsun bu iki taraftan biri yanında yer almak, haksız savaşın parçası olmak anlamına gelirdi, gelir.

Savaşın gelişmesi
Saddam rejiminin çözülüşü, çöküşü

Savaşın ilk 10 gününde yaşanan, Bağdat, Basra gibi büyük şehirlerin füzelerle ve hiçbir hava direnişi ile karşılaşmayan uçaklar aracılığıyla bombalanması; karadan ise güneyde oldukça büyük bir işgal gücünün Kuveyt/Irak sınırından geçerek Bağdat’a doğru ilerlemeye çalışması, kuzeyde ise Musul ve Kerkük’ün bombalanarak, buraların işgale hazır hale getirilmeye çalışılmasıydı. ABD’nin planlarına ve propagandasına göre, güneyde Saddam rejimi tarafından ezilen Şii nüfus, işgalcileri çiçeklerle, kurtarıcı olarak karşılayacaktı. Bu beklenti yerine gelmedi. İşgal güçleri güneyde beklemedikleri bir askeri direnişle, halk açısından ise, destek vermeyen bekleme tavrıyla karşılaştılar. Bu arada Basra–Bağdat yolu üzerinde yine Şii nüfus ağırlıklı Necef ve Kerbelâ’da da beklenmedik şiddette bir direnişle karşılaştı işgal güçleri. Bu arada yaşanan bir kum fırtınası da yüksek derecedeki tekniğin de böyle bir doğa olayı karşısında felç olduğunu gösterdi, işgal güçlerinin ilk günlerdeki “hızlı zafer yürüyüşü” nerdeyse durma noktasına geldi. Bu arada sürekli bombardıman altında olan Bağdat’ta Saddam rejiminin duruma hâkim olduğunu gösteren resimler bütün dünyada evlerin içine taşınıyor; Bağdat’ın işgalcilere mezar olacağı sözleri veriliyordu. Bu gelişmeler, savaşın geleceği hakkında beklentiler açısından en sağlam barometrelerden biri olan borsalara şöyle yansıdı: Savaş başladığı anda yükselen borsalar, savaşın uzun sürebileceğinin ve ABD’nin kısa sürede işgal planının işlemeyebileceğinin büyük olasılık olarak görüldüğü noktada inişe geçti! Yani artık savaşın uzun sürebileceği, ABD’nin hedeflerine kısa sürede varamayacağı, savaşın uzaması halinde, zaten var olan ekonomik krizin derinleşebileceği ve bir dünya krizine doğru gelişebileceği beklentileri gündemi belirlemeye başladı. (Bu dönemde KK/T’de hem dinci medya, hem diğer burjuva medya, hem de ‘sol’ medyada, ABD’nin baltayı taşa vurduğu genel değerlendirmesi hâkimdi. Dinci medya ve ‘sol’ medya gelişmeye sevinirken ve “Kahraman Irak direnişi”ne övgüler dizerken, diğer burjuva medyanın önemli bir bölümü, gelişmeleri kaygı ile izliyor, bu arada “ABD yine bizim kapımızı çalacak” hesapları yapılıyordu. Bu dönemde bizim de beklentimiz veriler temelinde savaşın uzun sürebileceği yönünde idi.) Bu gelişmeler çerçevesinde, ABD ve müttefiklerinin savaş taktiklerini değiştirip, sivil halka karşı da hedef gözetmeden kitlesel yoketme saldırıları düzenleyebileceği, ciddi bir tehdit ve olasılık olarak gündeme geldi. Bu bağlamda Bağdat’ın bombalanması sırasında bir pazar yerine düşen, bir ikamet bölgesine düşen bombalar, birçokları tarafından bu taktik değişikliğinin olası işaretleri olarak yorumlandı. Savaşın ilk on günündeki bu gelişmeler ertesinde, ABD Bağdat üzerindeki bombardımanını yoğunlaştırdı; ve yol üstündeki şehirlerde çatışmayı bırakarak Bağdat ablukasına yığdı güçlerini. Abluka tamamlandıktan sonra, karadan tamamlanan çok yoğun bir bombardıman ertesi, ABD ve müttefiklerinin kara gücü hiçbir ciddi direnişle karşılaşmadan, savaşın başlamasından üç hafta sonra Bağdat’a girdi. Şehrin işgali sırasında, ne düzenli Irak ordusu, ne Saddam rejiminin temel dayanaklarından biri olan ‘Cumhuriyet Muhafızları’, ne de sayıları milyonları bulduğu ilan edilen “Saddam Gönüllüleri” milisinden herhangi bir ciddi direniş görülmedi. Saddam’ın şehrin merkezindeki devasa heykelinin boynuna ip geçirilip, bir Amerikan zırhlı aracı tarafından çekilip yıkılması, Saddam rejiminin onursuz çöküşünün sembolik ilanı oldu. Ardından Musul–Kerkük–Tikrit de yine işgalci güçler tarafından hemen hiçbir önemli askeri direnişle karşılaşmadan ele geçirildi. Basra zaten daha önce düşmüş, emperyalist İngiliz işgalcileri tarafından ele geçirilmişti. Emperyalist ABD ve müttefikleri üç hafta içinde bütün Irak’ta kontrolü ele geçirdiler, Saddam rejimi devrildi, Irak işgal altına alındı. ABD emperyalizmi ve müttefikleri, bu savaşta ilk hedeflerine –Saddam rejiminin devrilmesi ve Irak’ın işgal altına alınması– üç hafta gibi kısa bir zaman içinde ve oldukça az bir kayıpla vardılar. ABD emperyalistlerinin iyimser beklentilerinde ve senaryolarında beklediği “kurtarıcı olarak karşılanma”, yalnızca Güney Kürdistan’da işbirlikçi burjuva milliyetçi örgütlerin etkisindeki Kürt kesimlerinde görüldü. Buna karşı Irak’ın diğer kesimlerinde ABD ve İngiliz emperyalistleri neyse öyle karşılandılar: İşgalciler! Genel tavır, Saddam’ın yıkılması kötü değil ama, sizi de istemiyoruz tavrı oldu. ABD emperyalistlerinin halktan destek bulma beklentisi ve planı –esas olarak– boş çıktı. Fakat Saddam rejiminin sağlamlığı ve direngenliği –ya da daha doğrusu tersinden okunursa içten çürümüşlüğü– konusunda ABD emperyalistlerinin en iyimser beklentilerini bile aşan bir gelişme yaşandı. Saddam rejimi üç haftalık bir bombardıman ertesi bir iskambil kulesi gibi kendi içinde çöktü.

ABD emperyalistleri ilk savaş hedeflerine kolay vardılar!

Böylece sonuçta, ABD emperyalistlerinin istedikleri, aslında onların planladıklarından ve beklediklerinden biraz daha değişik bir biçimde olsa da, yerine geldi. Savaşın ilk günlerinde birkaç yerde gösterilen direnişlerden yola çıkarak savaşın uzun sürebileceği, direnişlerin olacağı beklentisi, buna bağlı olarak antisavaş hareketinin yükselerek sürebileceği, bu arada emperyalist dünyanın krizinin derinleşebileceği beklentileri yerine gelmedi. Bu özellikle Saddam rejimini antiemperyalist görenler, ondan adeta “Stalingrad”, “Vietnam” vb. direnmesi bekleyenler açısından büyük bir şok oldu. Bu beklentiler yer yer burjuva medyada ‘askeri uzman’ pozlarında her gün savaştaki gelişmeleri yorumlayan kimi Kemalist paşa eskileri tarafından körüklendi. Fakat sol adına, sosyalizm adına da “Bağdatgrad” düşüncesine kendini kaptıranlar az değildi. Bir dizi yürüyüşte “Dün Vietnam, Bugün Irak” sloganlarını atanlar az değildi. Solda antiemperyalistlik ufukları en iyi halde anti-Amerikancılıkla belirlenenler; devrimcilik ufukları faşizmle devrimcilik arasındaki farkı göremeyecek kadar karanlık olanlar, emperyalizme karşı zafer umutlarını faşist bir rejimin Amerika’ya karşı başarılı direnişine bağlayanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Saddam’a kalpak giydiren, ondan esasta ABD’yi Türkiye’ye muhtaç etmek için direniş bekleyen Kemalistlerin bir bölümü ve hemen tüm burjuva medya, beklentileri boşa çıkınca, bu kez Irak halkına, en başta da Irak’taki Arap halkına karşı ırkçı aşağılama ve küfüre döndüler. Bu ne biçim, ne onursuz halktı! Düne kadar kanımızla-canımızla seninleyiz Saddam diyenler, şimdi terlikle Saddam resmi dövüyordu. Ülke işgal altındayken, halk işgale karşı direnecek yerde çapulculuk yapıyordu. vs. “Kurtuluş savaşı yaşamış Türkiye’de katiyen böyle şey olmaz, Türk halkı böyle davranmazdı” vs.!!! Hepimiz bu hezeyanları gördük, duyduk, okuduk!

Böyle düşünen ve diyenlerin aklına nedense halkın neden savaşmadığı sorusuna, bu halkın “onursuz” olduğu, işe yaramaz olduğu vb.den daha başka açıklamalar da getirilebileceği gelmiyor. Kendilerinin yanlış yapmış olabileceği akıllarına gelmiyor!

Halk neden savaşmadı?

Halk acaba savaşı kendi savaşı olarak görmemiş olabilir mi? Öyle gördüğünde haksız mıdır? Kendi savaşı olmayan bir savaşta, küçük haydutla büyük haydutun kapıştığı bir savaşta; halkın kendisinin bağımsız bir güç olarak yer alma durumu ve şansının olmadığı bir savaşta, küçük haydudun kaybedeceğinin belli olduğu bir savaşta; küçük haydudun paralı askerlerinin bile, daha büyük zoru gördüklerinde direnmeyip kaçtığı bir savaşta, halk neden faşist/katil bir rejim için ölsün? Saddam rejimi için ölmeyi reddetmek, neden onursuz bir tavır olsun? Çapulculuk meselesine gelince, önce bunun işgalciler tarafından bilinçli olarak kışkırtılan –eğer doğrudan örgütlenmedi ise–, en azından göz yumulan bir olay olduğu ve düne kadar yıkılmaz görünen, çok güçlü görünen bir rejim çöktüğünde ve bir yönetim boşluğunun söz konusu olduğu bir ortamda, biriken öfkenin dışavurumu olarak da her yerde yaşanabileceği bilinmelidir. İkincisi, sonuçta bu olayları durduranın işgalci güçler değil, yine Irak halkları olduğu da olgu olarak kaydedilmelidir.

Spekülasyonlar

Irak rejiminin çok kısa süre içinde, sözünü ettiği direnişten eser göstermeden çözülüşü ve çöküşü, bu arada fakat Saddam’ın ele geçirilmeyişi, bir dizi spekülasyona da yol açtı.

·        Saddam’n hayatının bağışlanması karşılığında işgalcilerle anlaşıp, direnmeyin emri vermiş olabileceği

·        Ordunun, Cumhuriyet Muhafızlarının, milis güçlerinin üst kademelerinin, Saddam’dan bağımsız olarak işgalci güçlerle anlaşıp silahları bırakmış olabileceği

·        Saddam rejiminin uzun süreli bir gerilla savaşı için güçlerini geri çekmiş olabileceği… vb. gibi bir dizi teori üretildi.

Biz bu spekülasyonların hiçbirini onaylama veya dışlama durumunda değiliz. Biz spekülasyonlar üzerine siyaset kurmaya karşıyız.

Çöküşün hızı, içten çürümenin boyutunu gösteriyor…

Kendi açımızdan, Irak’taki rejimin faşist bir rejim olduğunu, Irak’ta çeşitli milliyetlerden halklarla kavgalı olduğunu, esasta faşist zorbalık temelinde ayakta durduğunu ve bu rejimin kitle temelinin fazla sağlam olmadığını, rejimin doğrudan dayanağının rejimin iyi beslediği silahlı güçler (ordu, Cumhuriyet Muhafızları ve Saddam Gönüllülerinin üst kesimi) olduğunu biliyor ve söylüyorduk. Ama buna rağmen kısa bir sürede ve fazla bir direniş gösterilmeden rejimin yıkılacağını beklemiyorduk. Olgu, rejimin temel dayanağı olan silahlı güçlerden belirleyici önemde bir direnişin gelmemiş olması, bu kesimin pratikte silahları bırakmış olduğudur. Bunun anlaşarak mı yapılmış olduğu, en üstten emirle mi yapılmış olduğu, daha alt düzeyde anlaşmalarla mı olduğu, karşılarında daha büyük zoru gören alt kademelerin silah bırakıp kitlesel kaçışı ile mi olduğu vb., sonuç açısından belirleyici bir öneme sahip değildir. Direnişin çekirdeğini oluşturan silahlı güçlerin direnmemesi şartlarında, halkın direnmemesi anlaşılır bir olgudur. Halk açısından olan sonuçta zorba bir rejimin, ondan daha güçlü bir zorba tarafından yıkılmasıdır. Halkın Saddam’a da karşı olan tüm örgütlenmelerinin en ağır faşist baskı şartlarında yok edildiği şartlarda, halkın bağımsız bir güç olarak savaşa müdahalesi ve işgalci güce karşı –ve Saddam’a karşı da – kendi savaşını vermesi de beklenemezdi.

Gerçekte, somut durumda Irak’ın “bağımsızlığı” için mücadele, Saddam rejiminin savunulması ile eşanlamlı idi. Yani objektif durum şöyleydi: Saddam’a karşı isen işgalden yana, Saddam’dan yana isen işgale karşı olacaksın. Halkta bu düşünce vardı. Bu durumda ne işgalden yana, ne işgale karşı bir tavır anlaşılır bir tavırdır. Sonuç olarak savaşın bu kadar kısa sürede sonuçlanması, Saddam rejiminin çözülüp çöküşü şunları göstermiştir: Halkın Saddam’a olan desteği esasta korkuya dayanıyordu. Bu korku kalktığı noktadan itibaren halk ne Saddam’dan, ne de işgalden yana tavır takındı, tarafsız kaldı. Saddam’ın temel askeri dayanakları direnmediler, bu durumu gören halk da bir direniş göstermedi.

İçten çürümüş olan rejim kendinden güçlü olan önünde kısa sürede çözüldü, çöktü.

Yeni askeri strateji

ABD bu savaşta yeni bir askeri strateji uyguladığını belirtti ve savaş stratejisini şöyle açıkladı: İleri teknoloji ile, öncelikle askeri tesisler imha edilecek, çok yüksek bir yoketme kapasitesine sahip ‘akıllı bombalar’la, savaşan güçler havadan saldırılarla imha edilecek, savaşan güçler ve bununla birlikte halk içinde yoğun korku/terör duyguları yaratılacak, sivil halka, saldırı hedefinin kendisi olmadığı, ancak rejimi desteklemesi halinde kendisinin de hedef olabileceği mesajı verilecek, havadan başlatılan ilk terör/korku bombalamalarına paralel olarak karadan büyük bir askeri güç harekete geçirilecek, bu güç havadan yıpratılan, direnme gücü kırılan ordunun/askeri gücün önemli bir direnişi ile karşılaşmadan ülkeyi işgal edecekti.

ABD’nin ilan ettiği bu askeri strateji, bu savaşta sonuçta onun hesaplarına uygun olarak başarılı oldu.

Bu kuşkusuz ABD emperyalizminin saldırganlığını, bütün dünyanın efendisi olma iddiasında pervasızlığını arttıracak bir gelişmedir.

Dünya halkları açısından, halkların dünyanın baş belası olan ABD emperyalizmine vurulan her darbeye haklı olarak sevindiği gerçeği bilindiğinde, kötü, moral bozucu bir gelişmedir.

Belirleyici olan halk desteğidir

Irak savaşından çıkarılması gereken bir sonuç, halkın desteği olmayan, halka dayanmayan bir hareketin başarı şansı olmadığı gerçeğidir. Halkın desteğinin olmadığı bir yerde, güçlü bir ordunun da tek başına başarılı olma şansı yoktur. Ordu silahsız halka karşı güçlüdür. Kendinden güçlü bir ordu karşısında ise teslim olur.

Eğer herhangi bir rejim gerçekten de halk desteğine sahipse, o zaman en güçlü ordu en modern silahlarla da gelse, bir ülkenin bütünüyle işgali mümkün değildir. İşgal mümkün olsa bile, işgalci güç sürekli olarak savaşmak zorunda kalır.

Alternatif gelişme olasılıkları

Irak’a ilk saldırı günlerinde bir direniş oldu. Fakat sonradan görüldü ki, bu direniş merkezi hükümet tarafından yönlendirilen bir direniş değil, öncelikle rejimin bölgesel güçlerinin kendi insiyatifleriyle geliştirdikleri bir direnişti. Direniş bölgesel oldu. Bu direnişin sürmesi, bütün ülkeye yayılması halinde gelişmeler başka türlü de olabilirdi.

ABD açısından planlar ne pahasına olursa olsun Irak’ın ele geçirilmesi üzerine kurulmuştu. Bu amaca varmak için gerekirse kitle imha silahlarına da başvurulacaktı. ABD’de, belirli savaş senaryolarında Bağdat’ta 500 bin kişinin ölebileceğinin propagandası yapılıyor, ABD kamuoyu 10 bin ölü ABD askerine alıştırılmaya çalışılıyordu. Hatta, Irak’ın İsrail’e saldırısı halinde, İsrail’in Irak’a karşı taktik atom bombası kullanmasının mümkün olduğu vb. tartışmaları ile, taktik atom bombası kullanılmasının ideolojik hazırlığı bile yapıldı.

Gelişmeler böyle bir opsiyonun gündeme getirilmesini gereksiz kıldı.

ABD’ye müttefik neden lazım?

Irak savaşındaki gelişmeler şunu da gösterdi: Emperyalist güçler içinde ABD bugün tek başına da askeri güç olarak bir savaşı yürütecek ve kazanacak durumda. İngiltere’yi yanlarına almalarına askeri olarak zorunluluk yoktu. ABD’nin, saldırısına biraz da olsun meşruiyet görüntüsü verebilmek için müttefiklere siyasi olarak ihtiyacı vardı. Bunu yapmaya çalıştı, mümkün olan en fazla sayıda ülkeyi müttefik olarak yanına almaya çalıştı.

ABD kendisine rakip olarak gelişen güçleri (örneğin AB, Rusya, Çin) görüyor ve şimdiden kontrolü altında olmayan ve bunların güç kazanmaya çalıştığı alanları askeri müdahale yöntemlerini de kullanarak kontrolü altına almaya yöneliyor. Yürüttüğü dünya hegemonyası mücadelesidir. Bu mücadelede yanına alabileceği güçleri almaya çalışıyor, onlara pastadan pay veriyor. ABD’den yana olmayanlara pastadan pay vermeyeceğini söylüyor.

Birleşmiş Milletler’in rolü

ABD’nin rakibi olan emperyalist büyük güçler, ABD’yi sınırlamak için Birleşmiş Milletler’e (BM) dayanmaya çalışıyor, ama ABD, Irak savaşında görüldüğü gibi BM’i de yerine geldiğinde aşıyor.

Bu bağlamda güç dengelerinin gerçek durumunun kavranması açısından Irak savaşı konusunda BM’deki diplomatik savaşın izlenmesi önemlidir.

ABD ve İngiltere –öncelikle kendi seçmeninin savaş konusunda kaybedildiğini gören İngiltere başbakanı Blair’in isteği üzerine– uzun süre BM Güvenlik Konseyi’nden saldırılarına uluslararası meşruiyet kazandıracak bir karar çıkartmaya çalışmış, bunun için diplomatik her yolu denemiştir. Buna karşı anda Irak’a askeri müdahaleye karşı olan, statükonun korunmasından çıkar uman Almanya-Fransa-Rusya-Çin bloku böyle bir kararın çıkmaması için direnmiştir. Sonuçta ABD ve İngiltere kararın gerekli çoğunluğu sağlayamayacağını gördükleri noktada, ikinci bir karar tasarısını sunmaktan vazgeçmişler, var olan karar tasarısının yeterli meşruiyet temeli olduğunu belirterek, BM üyesi bir ülkeye karşı, BM kararı olmaksızın bir saldırı ve işgal hareketi başlatmışlardır. Yapılan çok açık olarak uluslararası hukuka aykırıdır. BM’in kendi üyesi bir ülkeye bir başka ülkeden gelecek saldırılarda o ülkeyi savunma yükümlülüğü vardır. Ancak pratikte savaşa karşı çıkan emperyalist büyük güçler de, ABD ve İngiltere’nin saldırısının uluslararası hukuka, BM şartına aykırı olduğunu söylememiş, bu konunun ‘tartışmalı’ olduğunu belirtmekle idare etmişlerdir.

(Bu bağlamda bilindiği gibi Türkiye’de de Cumhurbaşkanı Sezer, CHP ve bir dizi Kemalist de tezkere tartışmalarında “uluslararası meşruiyet” şartını arayacaklarını söylemiş, bundan da Irak’a saldırı için ikinci bir BM kararını anladıklarını açıklamışlardı. Bu arada tabii Türkiye’nin de BM kararlarına rağmen Kıbrıs’ı işgal altında tuttuğunu; Güney Kürdistan’da BM kararı olmaksızın asker bulundurduğunu vb. unutmuşlardı!!!)

Gelinen yerde BM Güvenlik Konseyi’nde işgalci ABD ve İngiltere’nin sunduğu bir karar tasarısı –toplantıya katılmayan Suriye dışında– 14 üyenin oybirliğiyle onaylanmıştır. Bu karar ABD ve İngiliz işgal yönetimini, Irak’ta tüm halkı temsil eden bir yönetim kurulana kadar resmi ve meşru yönetim olarak tanımakta ve BM’in Irak’ın yeniden inşasında bu işgal gücüyle birlikte çalışacağını açıklamaktadır. Bu Irak’a karşı saldırının, savaş öncesi ve sırasında buna karşı çıkan emperyalist büyük güçler tarafından da resmen onaylanması, saldırı ve işgale iş bittikten sonra ‘uluslararası meşruiyet’ damgasının vurulmasıdır. Bu karar alınmasa ne olurdu? İşgalciler açısından hiçbir şey! Diğerleri açısından ise, onların pastadan birazcık da olsa pay alması ihtimali azalırdı. Şimdi onlar ABD’ye pastadan birazcık pay karşılığı uluslararası meşruiyet sertifikası sunuyor. Galip ABD de dediğini yapmanın ve bunu herkese kabul ettirmenin rahatlığı içinde, diğerlerine ‘gelin paylaşalım, sonuçta ama kimin ne kadar pay alacağını belirleyecek olan benim’ diyor!

Gelişmeler, ABD’nin BM üzerinden frenlenmesi planının yürümediğini, yürümeyeceğini gösteriyor.

Bu gelişmeler emperyalistler arası çelişkilerin gelecekte daha da keskinleşeceğini, BM’in yeni diplomatik ‘savaş’lara sahne olacağını göstermektedir. Bütün emperyalist büyük güçler BM’i kendi çıkarları için kullanmaya, bunun için yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır, çalışacaktır.

Dengeler kaygan

Irak’ta savaşın gösterdiği bir başka gerçek, uluslararası dengelerde olan önemli gelişme ve değişmelerin her alana yansıdığı gerçeğidir. Örneğin, düne kadar açıkça ABD yanında yer alan bazı ülkeler (Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye) Irak savaşında açıkça ABD safında savaşa girme yönünde karar çıkartmamış, savaşta destekleri dolaylı olmuştur. Bunlar hatta AB-Rusya-Çin dışında savaşın çıkmasını engellemek için kendileri belirli inisiyatifler geliştirmişlerdir. Bu böyle bir savaşın alanda yol açması olası gelişmelerin bu ülkelerin aleyhine olabileceği korkusu yanında, kamuoyunun savaşa karşı olduğunun görülmesinden de kaynaklanan bir durumdur. ABD ile esas rakipleri arasındaki dalaşta, Fransa-Almanya-Rusya-Çin’in blok halinde savaşa karşı tavır takınması da bu tavırlarda rol aynamıştır. Sonuçta ABD ile esas rakipleri arasındaki dalaş bölge devletlerine de daha fazla “bağımsız” hareket alanı açmaktadır.

Savaş karşıtı hareket

Savaşı engellemek amacıyla ortaya çıkan ve gelişen, son on yıllarda görülmeyen bir kitleselliğe kavuşan “Savaşa Hayır” hareketi, savaşın başlaması ve daha sonra da kısa süre içinde bitmesi ile söndü.

Kuşkusuz dünya çapında devrimci mücadelenin çok geri düzeyde olduğu bir ortamda, çok geri anlayışlarla da olsa kitlelerin savaşa karşı mücadelede hareketlenmesi olumludur. Harekete katılımın savaşın başlaması ile hemen düşmesi, savaşın kısa sürede bitmesi ile hareketin tümden sönmesi, on milyonlarca insanın katıldığı bir hareketin bir anda nerdeyse sıfırlanması, aynı zamanda bu hareketin zaaflarını, gerçek niteliğini, harekete damgasını vuranın ne olduğunu açıkça göstermektedir.

Hareketin temel zaafı ve yanlışlığı, harekete damgasını vuranın burjuva çizgisi, en başta da burjuva pasifizimi olmasıdır.

Kitleleri harekete geçiren öncelikle bu somut savaşın haksız bir savaş olduğu ve bu savaşın kaynağının kapitalizm olduğu düşüncesi değil, her türlü savaşın kötü, bu yüzden de bu savaşın da kötü olduğu düşüncesi idi.

Hareket ona damgasını vuran düşünce itibariyle, emperyalizm/kapitalizm ile somut savaşın bağını görmüyor; emperyalistlerin ve gericilerin bir bölümünün bu savaşa karşı çıkma tavrının sahtekârlığını görmüyor, birçok halde savaşa karşı tavır takınan hükümetlerin iktidarda olduğu yerlerde, kendini hükümet politikasının destekçisi olarak kavrıyordu.

(Örneğin Almanya’daki savaş hareketi içinde “İlk kez Alman olmaktan gurur duyuyorum” tavrı ve hükümete yapılan destek açıklamaları eylemlerin yönelimini belirleyecek düzeydeydi. İspanya’da barış hareketi, Alman başbakanını “Che Gerhard” sloganları ile, Alman bayrakları ile karşılıyordu! Fransa’da iki ay önce kamuoyu desteği %25’lere düşmüş hırsız, rüşvetçi Chirac ‘ulusal kahraman’ olmuştu, Türkiye’de 2 Mart’ta legal tüm sol basın, meclisin 1 Mart kararını “savaşa karşı bir tavır” olarak kutluyordu! vb. vs.)

Hareket geneli itibariyle antiemperyalist değil, anti-Aamerikan tavırlar içindeydi.

Hareket bu savaşı barışçı kitle gösterileriyle, ‘insandan kalkan’larla vb. engelleyebileceği hayalleri içindeydi.

Bu hayallerin gerçeklerin duvarında tuzla buz olması, hareketin de sonu oldu.

Biz Bolşevikler bu hareket içine en başından itibaren “Gerçek barış hareketi, kapitalizme, emperyalizme karşı savaş hareketidir”, “Baş düşman kendi ülkemizdedir”, “Barış isteyen, devrim için savaşmalıdır” düşüncelerini taşıdık. Bu somut savaşın hazırlıkları bağlamında, savaşı engelleyecek esas gücün ABD’deki işçi sınıfının devrimci hareketi olduğunu, bugünkü şartlarda ABD’nin savaşı yürüteceğinin kesin olduğunu söyledik. Böylece savaşın çıkması halinde hareketin sönmesi tehlikesini bertaraf etmeye çalıştık. Fakat biz ve bizim gibiler ne yazık ki bu harekete damgamızı vuracak güçte değildik. Gerçek bir barış hareketinin ancak komünistlerin önderliğinde olabileceğini, görevin bunu yaratmak olduğunu bir kez daha pratikte yaşadık.

Önümüzde bu bağlamda kitlelerin barış istemi temelinde hareketini, kapitalizme karşı mücadele hareketine dönüştürme görevi duruyor.

Ekonomik kriz sorunu

Biz daha önceki bir dizi yazımızda genelde savaş ile kriz; somut olarak da ABD’nin Irak’a karşı saldırı hazırlığı ile andaki ekonomik kriz arasındaki bağı koymuştuk. Bu yazılarda, hazırlanan savaşın ABD açısından derinleşme eğilimi içindeki krizden çıkmanın da bir aracı olduğunu; eğer hesap tutmaz da savaş uzun sürerse, krizden çıkma –daha doğrusu, onu biraz daha erteleme– yerine, krizin derinleşme ve dünya krizi haline dönüşme olasılığının var olduğunu ortaya koymuştuk. (bkz. Bolşevik Partizan 144, s. 7–8)

ABD bu savaş için çok büyük masraflar etti, fakat savaşın ilk hedeflerine planları çerçevesinde fazla zorlanmadan vardı. Bu, iki/üç yıl içinde bu savaş için yapılan masrafların fazlasıyla elde edileceği anlamına geliyor. Bu savaş sonucuyla ABD, ekonomideki gerileme eğilimini durduracak ve geçici ve kısa süre de olsa yeniden yükselme eğilimine sokacak bir sonuç elde etti. ABD savaşta ilk ana hedefine varmış olmasına rağmen dünya para borsalarında ilginç bir gelişme yaşanıyor. Dolar AB’nin parası euro karşısında değer kaybediyor. Bu uluslararası para piyasasında ABD’nin askeri gücünün büyüklüğüne rağmen, AB’nin ekonomik gelişmesine daha fazla güven duyulduğunun ifadesi. Dünyanın en büyük pazarı olan ABD ekonomisi açısından fakat dolardan euroya bu yöneliş korkutucu, olumsuz bir gelişme değil. Belirli sınırlar içinde kaldığı sürece bu gelişme hatta ABD mallarının dünya pazarında rekabet şansını arttırdığı için, onun işine de geliyor. Kaldı ki, dolar euro karşısında değer kaybetmesine rağmen hâlâ esas dünya parası işlevini görüyor. Bu böyle olduğu sürece, dolar–euro paritesinin belirli sınırlar içinde tutulması euro alanında para siyasetinin temel taşlarından biri olarak kalacaktır. Nitekim bir dizi ülkede merkez bankaları devreye girerek, doların değer kaybını önlemek için ‘destek alımları’ yapıp piyasadan dolar çekiyor. Yani doların euro karşısında değer kaybı, tek başına kimilerinin yorumladığı gibi, ABD’nin Avrupa karşısında zor durumda olduğu, gerilediği vb. anlamına gelmiyor. Fakat gelişme eğilimin ne yönde olduğunu gösteriyor.

Savaş ve Türk hâkim sınıflarının tavrı

Türk hâkim sınıfları, ABD’nin Irak’ta bu kadar süre içinde başarıya ulaşacağını düşünmüyordu. Genel beklenti çatışmaların çok yoğun olacağı ve pek kısa da sürmeyeceği yönündeydi.

Daha önce de ortaya koyduğumuz gibi, Türk hâkim sınıfları aslında Alman emperyalistleri, Fransız emperyalistleri, Rus emperyalistleri, Çin vd. gibi, Saddam’la yaşamaktan ve ambargonun kaldırılmasından yana idiler. Böyle bir gelişme, ABD’nin Irak’taki payını nerdeyse sıfırlayacak bir gelişme olurdu. Diğerlerinin çok işine gelirdi. Türk hâkim sınıfları açısından da bu gelişme opsiyonu en iyi olandı. Türk hâkim sınıfları ayrıca savaşın bölgede çok ağır sonuçlara yol açabileceği endişesi içinde idiler. En büyük endişeleri de Güney Kürdistan parçasında bir Kürdistan devletinin kurulması ve bunun Kuzey Kürdistan’a da örnek teşkil edebilmesiydi. Bu yüzden Türk hâkim sınıfları, savaşı engellemek için çeşitli girişimlerde bulundular.

ABD açısından savaşın kesin olduğunu gördükleri noktada ise, Türk hâkim sınıfları bütün kesimleriyle birlikte ABD yanında savaştan yana bir konum içine girdiler. Burda da ama savaş ganimetinden daha fazla pay alabilmek için ABD ile –kovboy Bush’un at pazarlığı diye adlandırdığı– sıkı bir pazarlığa girdiler. Bu pazarlık döneminde fiyat yükseltmek için kullandıkları “halkın büyük çoğunluğunun savaşa karşı” olduğu tespitleri, savaş yaklaştıkça gerçek haline gelmeye başladı. Bu durumda, iktidar dalaşında birbirini yiyen Türk hâkim sınıfları açısından, halk karşısında savaşın sorumluluğunu kimin taşıyacağı sorunu ortaya çıktı.

Gerçekte Türk hâkim sınıflarının hemen tümü, hem hükümetteki AKP tarafından temsil edilenler, hem de “derin devlet” savaştan yanaydılar. Ama karar konusunda topu birbirlerine attılar. Ordu ile hükümet savaşa katılma kararını birbirinden beklediler. Aslında ikisi de savaşta yer almaktan yana idiler. Fakat bunu açıkça ve kararlılıkla ortaya koymadılar. Savaşa doğrudan katılma kararı anlamına gelen ikinci tezkerenin mecliste görüşüleceği günün bir gün öncesi yapılan MGK toplantısında, tezkere konusu gündem maddesi bile değildi. Bu ordunun açıkça savaştan yana olmadığı biçiminde okundu milletvekilleri tarafından. CHP AKP’nin tek başına karar çıkarabilecek çoğunluğa sahip olmasının rahatlığı içinde, halk içinde savaşa karşı gelişen eğilimin sözcülüğü rolüne soyundu. Savaşa karşı pozlara büründü. AKP içindeki radikal islamcı kesim, sorumluluğun meclis üzerine yıkıldığını gördüğü noktada ideolojik nedenlerle “kardeş bir müslüman ülkeye karşı gâvurların yanında savaşa girmeye karşı” tavır geliştirdi. AKP yönetimi bu arada, firenin en fazla birinci tezkeredeki kadar olabileceği hesapları içinde, ki bu durumda yeterli çoğunluk vardı, –partideki erken bir bölünmeyi engellemek için de– “demokrasi” gösterisi içinde tezkere konusunda grup kararı almayıp, milletvekillerini oy kullanmada serbest bıraktı. Bütün bu gelişmeler ertesinde Millet Meclisi’nde ikinci tezkere hakkında 1 Mart’ta yapılan oylamada Türk hâkim sınıfları hiç istemedikleri ve beklemedikleri bir sonuçla karşı karşıya kaldılar. Aslında beklentileri savaşa katılma yönünde karar çıkacağı idi. Çoğunluk her ne kadar savaş yönünde oy kullandı ise de, kararın çıkması için gerekli oy sayısına ulaşılamadı. Bu esasında bilinen, istenen, hesaplanan, önceden kotarılan bir sonuç değil, gerçek anlamda beklenmedik bir sonuçtu. Bu sonuç yalnızca Türk hâkim sınıfları açısından değil, Kuzey cephesi için 60 bin askerini, askeri malzemeyi Türkiye’ye boşaltmak için bir filosunu Akdeniz’de İskenderun limanı açıklarında bekleten ABD açısından da beklenmedik bir sonuçtu. Bu beklenmedik sonuç, TC’yi doğrudan ABD’nin yanında savaşta yer almaktan alıkoydu. Sonuçta TC dolaylı olarak savaşın içinde yer aldı.

Böylece bu tezkere karşılığı pazarlıklarda TC için öngörülen ücret de silinmiş oldu. Pazarlıklarla varılan ücret, paket halinde hesaplandığında 26 milyar dolara varıyordu. Bu tabii bu paranın beklentisi içindekiler için büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Türkiye’nin savaşta Kuzey cephesi için esas üs olma durumu Meclis kararıyla engellenince, kimi aymazlar “Barış kararı çıktı”, “Barış kurtuldu” vb. yorumlarını yaptılar.

Gerçekte ne çıkan barış kararıydı –olan yalnızca iç çatışmalar ve hesap yanlışları sonucu gerçek anlamda beklenmedik bir kazaydı–, ne de kurtulan bir şey vardı. Kimileri eğer Türkiye ABD’nin yanında savaşa girmez, topraklarını Kuzey cephesi için kullanıma açmaz ise, ABD’nin Kuzey cephesi olmaksızın bir savaş yürütmek zorunda kalacağı, bu durumda Irak’taki kayıplarının muazzam olacağı, ABD’nin bunu göze alamayacağı hesapları yapıyor, barışı kurtardık diyerek geziniyordu ortalıkta. Hükümet ise, bir yandan bu kazayı “demokrasinin zaferi”, AKP’de “parti-içi demokrasinin nasıl işlediğinin güzel bir örneği” olarak yorumlayıp, görüntüyü kurtarırken, kazanın sonuçlarını yeni bir tezkere ile düzeltmenin hesaplarını yapıyor; ABD’nin yine TC’nin kapısını çalacağı umudu içinde yaşıyordu. Savaşın ilk 10 gününde işlerin ABD açısından pek iyi gider görünmemesi de hükümetin ve Türk hâkim sınıf sözcülerinin küçümsenmeyecek bir bölümünün “bize muhtaç olacaklar” beklentisini körüklüyordu. Saddam’n direnişi bu bağlamda bunların da umudu idi! Fakat gelişmeler bu beklentileri de boşa çıkardı.

Türkiye–ABD ilişkileri

Gelişmeler, ABD’nin Ortadoğu’da, Türkiye’nin yanı başında savaş yürütmek için, Türkiye’ye askeri olarak mutlaka dayanmak zorunda olmadığını gösterdi. İçinde bulunulan ortam ve durumda Türk hâkim sınıflarının çok değer verip övündükleri “jeostratejik önem”in artık öyle pek de düşünüldüğü kadar büyük olmadığı çıktı ortaya.

Savaş öncesinde ABD, Türkiye’yi pohpohluyor, Amerikan yönetimi Türkiye’nin AB üyeliği için –aslında ters tepen– lobi çalışması yürütüyor, Avrupalı dostlarına Türkiye’ye görüşme tarihi vermeleri için hafif tertip baskı yapıyor; Türkiye’de siyasi yasaklı olan Tayyip Erdoğan’ı hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde Beyaz Saray’da ağırlıyor, ona devlet başkanı muamelesi yapıyor, Türkiye’den “güvenilir stratejik ortak” olarak söz ediyor; Türkiye’deki AKP hükümetini, kendi stratejisinde kültürler savaşını engelleyecek, Batının istediği tarzda, Batıyla barışık modern “demokrat müslüman” bir model hükümet olarak lanse ediyordu. Bu arada ABD üst düzey askerleri üzerinden ordudan orduya görüşmelerle, yalnızca hükümet üzerinden değil, iktidarın gerçek sahipleri üzerinden de Türkiye’nin (Türk hâkim sınıflarının/ faşist Türk devletinin) ABD’nin Irak’a karşı yürüteceği savaşta ABD’nin yanında savaşa katılmasını güvence altına almaya çalışıyordu.

ABD’nin A planı, bütün gelişmelerin gösterdiği gibi gerçekten de Türkiye’nin savaşta ABD saflarında savaşa katılması, Türkiye’den geçecek ABD askerleri ve Türk ordusunun birlikte bir “Kuzey Cephesi” açması üzerine kuruluydu. Böylece bir bölge ülkesi, hem de müslüman bir ülke açıkça ABD yanında savaşa girmiş olacaktı. Bu ABD açısından önemli görülüyordu. Şimdi askeri kaygılardan daha çok siyasi kaygılarla verildiği görülen bu önem, Türk hâkim sınıflarının bir bölümü tarafından yanlış bir şekilde, Türkiye’nin vazgeçilmez askeri önemi olarak, “ABD Türkiye olmadan savaşamaz” biçiminde yorumlandı. Bu yanlış meclisteki ‘kaza’nın temel dayanaklarından biri oldu. ABD egemenleri, bu kadar önem verip pohpohladıkları Türk hâkim sınıflarından gerçekten de açık destek bekliyorlardı. Hükümet üyelerinin vermiş olduğu sözler vb., birinci tezkerenin meclisten geçmiş ve uygulamaya konmuş olması, ikinci tezkerenin geçeceğini ABD açısından nerdeyse kesin hale getirmişti.

İkinci tezkerenin meclisten dönmesi, Türk hâkim sınıfları açısından olduğu kadar, ABD egemenleri açısından da şok etkisi yaptı.

ABD açısından Türkiye’deki bu gelişme, Türkiye’nin eskisi kadar güvenilmez olduğu değerlendirmesine ve pratikte savaşı Türkiye doğrudan katılmaksızın yürütme planını devreye sokmaya yol açtı.

Türk egemenleri ile ABD egemenleri arasındaki can ciğer kuzu sarması açıklama ve görüntülerin yerini, ABD egemenleri açısından azarlama ve suçlamalar, Türk egemenleri açısından özürler ve açıklamalar aldı.

(Bu bağlamda Wolfowitz’in yaptığı ve hükümeti beceriksizlikle, orduyu açık tavır takınmamakla, Türk egemenlerini verdikleri sözleri yerine getirmemekle suçlayan ve adeta açık özür dilenmesini talep eden açıklamaları günlerce Türk medyasını, bu arada kimi ‘sol’cularımızı da meşgul edip, epey kızdırdı. Aslında kızacak fazla bir şey yoktu. Wolfowitz yalnızca ABD–TC ilişkisinde kimin efendi olduğunu ve efendinin kızdırılmaması gerektiğini, aksi takdirde sonuçlara katlanmak gerektiğini, anlaşılır emperyalist bir dille anlatmıştı.)

Kuşkusuz Irak savaşındaki tavır ve gelişmeler ABD–TC ilişkileri açısından, bu ilişkilerin artık bittiği vb. anlamına gelmiyor. Türkiye ABD’nin planları açısından hâlâ önemli. ABD de Türk egemen sınıfları açısından hâlâ esas patron. ABD bu ilişkilerde şimdi düne kadar olduğundan daha avantajlı pozisyonda. Türk egemenlerine kendisinin dünyanın andaki gerçek patronu olduğunu ve kendisinin Ortadoğu’da bir askeri harekâtı Türkiye doğrudan ABD yanında yer almadan da yürüteceğini göstermiş, Türkiye ile doğrudan komşu olmuş; düne kadar kontrolünde olmayan Irak’ta işgalini gerçekleştirmiş durumda. Irak’ı bundan böyle her halükârda askeri üs olarak kullanacak durumda. Bu Türkiye’nin askeri açıdan “jeostratejik önem”ini iyice sınırlıyor. Diğer yandan ABD’nin planı, Irak’ta kendi denetiminde “demokratik” bir rejim kurmak. Bu planın gerçek haline gelmesi halinde –bu olasılığın ne ölçüde olduğunu aşağıda tartışacağız– müslüman ülkeler için düşünülen, Batıyla barışık modern müslüman ülke olma açısından da Türkiye’nin önemi iyice geriler. Bu hallerde bile fakat ABD’nin dünya hegemonyası planları açısından, ABD’nin bir dediğini iki etmeyecek, istikrarlı “demokratik müslüman” bir Türkiye, hele hele AB içinde ABD’nin uzantısı olarak da hareket edecek bir Türkiye önemlidir. Bu anlamda bugünkü “azarlamalar” Türk hâkim sınıflarına haddini bildirme, onları hizaya çekme azarlamalarıdır.

Önümüzdeki dönem ‘ballı börekli’ ilişkilerin ve gösterilerin yeniden gündeme gelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. ABD Irak’ta kurmaya çalıştığı rejimi kurmakta ve oturtmakta ne kadar zorlanırsa, model ülke olma açısından Türkiye’nin önemi o kadar artacaktır.

Türk egemenleri açısından eksiler ve artılar

Türk hâkim sınıflarının yanlış hesaplar sonucu tesadüfen savaşta yer almamasının onlar açısından getirdiği kısa süreli kayıplar var:

·        TC ABD’nin gözünde güvenilirliğini yitirdi.

·        TC savaşa girmesi şartlarında pazarlıklarla belirlenen 26 milyar dolarlık paketi kaçırdı.

·        TC savaş sonrasında Irak’ın yeniden yapılandırılmasında –yani ganimet paylaşımında– masada doğrudan ABD’nin yanında yer alma şansını kaçırdı. Büyük burjuvazinin bir bölümü bunlara bakıp dövünüyor şimdi.
Fakat bu tesadüfen savaşa doğrudan katılmamanın Türk hâkim sınıflarına getirdiği avantajlar da var.

·        Önce Türk egemenleri ABD’nin savaşında açıkça onun yanında savaşa girmemekle, bir bütün olarak müslüman dünyada, özel olarak da Arap dünyasında “gâvur dostu” görünme riskinden kurtulmuştur.

·        KK/T’deki iç kamuoyu açısından da Türk egemenleri ezilenler, sömürülenler nezdinde “barış”ı savunur görüntüsünü kurtarmış, puan kazanmıştır.

·        Hem içte, hem dışta Türk egemenleri son dönemde iyice pekişen ABD’nin her dediğini yapan, fanatik Amerikancı imajını önemli ölçüde yıkmış, bağımsız kararlar alabilen bir güç görünümünü vermiştir.

·        Bu gelişme içte egemenlerin halkı kandırmasını kolaylaştırır, dışta da ABD dışında yeni kapılar açar niteliktedir.

·        Sonuç olarak gelişme, Türk hâkim sınıflarının uzun vadede emperyalist büyük güçler arasındaki dalaşı, kendisi için daha fazla hareket alanı açacak şekilde kullanma imkânları yaratmıştır.

Bu bağlamda, ABD ile TC arasındaki ilişkilerde Irak konusunda başta var görünen uyumun bozulması, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda ona avantaj sağlar mı? Bu durum Türkiye’nin AB üyelik sürecini hızlandırabilir mi? tartışması gündeme geldi.

AB borazancısı kimi burjuva yazar-çizer, AB sürecinin hızlanacağı yorumları yaptılar.

Bunlar gerçek durumu yansıtmaktan çok, yazarlarının isteklerinin ifadesi olan görüşler.

Çünkü daha önce birçok yazıda ortaya koyduğumuz gibi, esasta Türkiye’nin tam üyeliği halında, AB’nin Türkiye’den alacağı fazla bir şey yok, fakat vereceği çok şey olacak. Kuşkusuz Türkiye’nin AB üyeliği, ABD ile dalaşında Türkiye’nin Fransa-Almanya blokunu güçlendirecek, çatışma halinde her durumda Türkiye’nin bu blok yanında hareket etmesini beraberinde getirecek olsa, o zaman bugünkü gelişmelerin Türkiye’nin AB üyelik sürecini hızlandırabileceği söylenebilir. Fakat böyle bir durum yok. AB üyeliği, yeni üyelerin Irak konusundaki tavrının açıkça gösterdiği gibi, ABD ile Fransa-Almanya çatışmasında AB üyelerinin otomatikman ABD karşısında yer alacağı anlamına gelmiyor. Bunun en güzel örneği Polonya! Kuşkusuz AB, ABD ile Türkiye arasında çıkan çelişmeyi kullanmaya çalışacak, bu çelişmeyi derinleştirmeye çalışacaktır. Bunun için yeni sözler verilebilir vb. Fakat gerçek anlamda AB’ye tam üyelik süreci hızlandırılmaz. Çünkü gerçek anlamda AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak almaya niyeti yok. En iyi halde 2007’deki genişleme işi de tamamlandıktan sonra, o da özel statülü bir üyelik için görüşmeler başlar. Bugün görünen budur.

Irak’ta ve Ortadoğu’da Amerikan düzeni…

Savaşın kısa sürede bitmesi, savaşta ABD’nin savaştaki ilk hedefine kolay varması, ABD’nin bundan sonraki işinin kolay olduğu, olacağı anlamına gelmiyor.

ABD’nin ilk savaş hedefi Saddam rejiminin devrilmesi idi. Bu hedefe kısa sürede vardılar.

Fakat bu ilk hedef ABD’nin Ortadoğu’daki genel hedefi ile karşılaştırıldığında, gidilecek yolun çok küçük bir mesafesinin alındığı anlamına geliyor. ABD’nin Ortadoğu için genel hedefi, Ortadoğu’da ABD ile iyi ilişkiler içinde olan istikrarlı, “demokratik” rejimlerin kurulmasıdır. Ancak bu sayede uzun vadede ABD’nin ihtiyacı olan Ortadoğu petrolünün ABD’ye ucuz akışı sağlanabilir. Ancak bu sayede Ortadoğu ülkeleri, ABD’nin dünya hegemonyası dalaşında onun güvenilir üsleri haline gelip, korunabilir. Bu ABD açısından hayati bir sorundur.

Bunun için Irak’ta:

·        İşgal altında petrol tesisleri yeniden çalışır hale getirilmek; Irak ekonomisi yeniden ayakları üzerine dikilmek zorundadır. Irak’ın petrol gelirinin bir bölümü Irak’ın imarı için –ABD ve müttefik ülkelerinin firmalarına verilecek ihalelerle – kullanılarak, halk kazanılmaya çalışılmak zorundadır.

·        Siyasi alanda Iraklılardan oluşan güvenilir, fakat sonuçta halk desteğine de sahip olacak bir yönetim kurulmaya çalışılmak zorudadır.

·        Uzun vadede amaç Irak’taki Iraklı Amerikan düzeninin müslüman ülkeler için bir model olmasıdır.

ABD Irak’ta yerleştirmek istediği düzeni oluşturmaya çalışırken, yalnızca Irak’taki iç dengeleri vb. değil, komşu ülkelerin tavırlarını/isteklerini de hesap içine almak, gözönünde tutmak zorundadır. Tabii ayrıca emperyalist rakiplerinin de isteklerini, manevralarını vb. hesaplamak zorundadır. ABD’nin Irak açısından yapmak istediği –ki bu, bütün Ortadoğu planının önemli ama küçük bir parçası– işinin hiç de kolay olmadığı görülmek zorundadır.

Salt Irak’ın iç dengeleri bazında bile ele alınsa, işgalcilerin işinin ne kadar zor olduğu görülebilir. Önce müslüman bir Arap ülkesinin “gâvur” işgali altında olma durumu vardır. Bu islamcılık ve Arap milliyetçiliği temelinde işgale karşı mücadelenin gelişme potansiyelini içinde taşıdığını; işgalcilerin ‘demokratik kurtarıcı’ olarak kabul edilme şansının az olduğunu göstermektedir. İşgalci güçlere karşı her direniş, her silahlı eylem ve bunların şiddetle bastırılması, yeni direnişlere yol açacaktır.

Şimdilik Arap milliyetçiliği veya islamcılık temelinde gelişecek mücadeleyle ABD’nin Irak’tan sökülüp atılma, yerine dinci–Arap milliyetçisi bir rejimin kurulması vb. gerçek bir alternatif olarak görünmüyor. Fakat direnişin olacağı ve bunun işgalcileri zorlayacağı kesindir.

Diğer yandan Irak çok uluslu, anda işgal altında bir devlettir. Ulusal/etnik farklılıklar yanında, dinsel mezhepsel farklılıklar boyunca da toplum bölünmüş durumdadır. Irak Arap ulusundan nüfus ülkede çoğunluğu oluşturmaktadır. Fakat Iraklı Araplar Sünnilik/Şiilik temelinde bölünmüş durumdadır. Küçük bir Hıristiyan azınlık da vardır. Saddam döneminde iktidardan uzak tutulan ve baskı altında bulunan fakat Arap nüfus içinde çoğunluğu, dolayısıyla Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şii Araplar, şimdi merkezi siyasi iktidarda aslan payını istemektedir. Şiiler içinde örgütlü, şeriat yanlısı, İran destekli gruplar aktiftir. Ve bunlar bugün kendini çeşitli biçimlerde gösteren işgale karşı mücadelenin başını çeker görünümdedir. Irak’ın Kuzeyi/Güney Kürdistan’da Kürt nüfus çoğunluktadır. Araplar yanında, Türkmenler de küçümsenmeyecek azınlıklar oluşturmaktadır. Bunun yanında Irak’ta bir dizi başka azınrlıklar da yaşamaktadır. Kürdistan’daki Kürt grupları kendi aralarında kavgalıdır. Diğer yandan Kürtlerin KYB ve KDP’nin örgütlediği kesimlerinin bu savaşta ABD’yi kurtarıcı olarak görüp, karşılamaları ve ABD saflarında Irak’ın ‘kurtarılmasına’ –ki bu ABD–İngiliz işgaline anlamına geliyor gerçekte– katkıda bulunmaları, Saddam döneminin ezilen Kürt ulusuyla, Arap nüfusu daha da fazla karşı karşıya getirecek potansiyeli içinde taşıyan bir durum yaratmıştır. Bu durum yer yer iki ulustan nüfusun yanyana yaşadığı yörelerde silahlı çatışmalar biçiminde gösteriyor kendini. Türkmen nüfus TC’nin uzantısı gibi hareket etmektedir. Ve merkezi yönetimde de, yerel yönetimlerde de TC’nin siyaseti doğrultusunda pay isteyecektir. Kısaca şimdi Irak’taki bütün etnik–dinsel–mezhepsel siyasi gruplar, Irak’ın yeniden yapılanmasında kendi egemenliklerini kurmak, bunun olmadığı yerde merkezi iktidarda en fazla payı almak; kendi ulusal bölgelerinde tek egemen olmak isteyeceklerdir.

Irak’ın içindeki güç dengeleri çok hassastır. İşgalci gücün işi çok zordur.

Diğer yandan çevredeki devletler Irak’ta olacakları dikkatle izlemektedir. Çevre devletlerinin (Suriye, İran, Türkiye, Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt) Irak’ın andaki sınırlarının, ‘toprak’ bütünlüğünün sorgulanmasını, Irak’ın bölünmesini, böyle bir bölünme kendileri açısından da ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel temelde ayrılık taleplerini güçlendirir korkusuyla istememektedir. ABD’nin bu durumu göz önünde bulundurarak hareket etmesi gereklidir.

Hal böyle olduğundan, ABD’nin planı Irak’ı parçalamadan, Irak’taki bütün kesimleri içerecek bir merkezi iktidar ve esasta etnik temelde oluşturulacak eyaletlere oldukça büyük özerklik veren bir sistem oluşturmaya çalışmak olacak. Bu sistem halkın çoğunluğunun desteğini alacak. İstikrar kazanacak. ABD bütün bunları yaptıktan sonra işgal yönetimi kalkacak. ABD’nin ilan ettiği ve yapmak istediği bu. Bu planın uygulanması –eğer uygulanabilirse– uzun yıllar alacaktır. Bu işgal yönetiminin oldukça uzun süreceği anlamına gelir. ABD şimdi ve işgal gücü olarak var olduğu sürece, silahlarının gücüyle istediği yönde gelişmeleri sağlayabilir, istemediği yönde gelişmeleri bastırabilir. Bu güce anda sahiptir. Fakat doğrudan işgal kalktığı andan itibaren kurduğu rejimin süreceğinin garantisi yoktur, olmayacaktır.

Bütün bunlar bilindiğinde, ABD’nin Irak’ta kendi rejimini müslüman ülkeler için model olarak sunacak bir yetkinliğe getirmesi olasılığı oldukça düşük görünmektedir.

Filistin–İsrail sorunu

Ortadoğu’nun Amerikan düzeninin yeniden şekillendirilmesinde ABD’nin Irak’a paralel olarak çözmeyi önüne hedef koyduğu sorun Filistin–İsrail sorunudur. ABD Ortadoğu’da ve dünyada “terörizmin en önemli kaynağı” olarak değerlendirdiği bu sorunu kendi istediği doğrultuda çözme konusunda ciddi ve kararlıdır. ABD çözümü nasıl bir çözümdür?

Filistin topraklarının çok küçük bir bölümü üzerinde –bugünkü Filistin özerk bölgeleri temel alınarak– “bağımsız” ve “egemen” bir mini Filistin Arap devleti kurulacaktır. Bu Filistin Arap devleti sınırları içinde kalan bölgelerde kalan Yahudi yerleşim birimleri süreç içinde tasfiye edilecektir. Filistin devletinin kurulabilmesi için ön şart, işgalci İsrail güçlerine ve İsrail’e yönelik “terör” eylemlerinin bizzat Filistin Arap yönetiminin askeri güçlerince önlenmesidir. Kurulacak Filistin devleti, İsrail devletine karşı Filistin’den yönelecek her türlü saldırıyı engellleme garantisi verecektir. ABD bu planın uygulanması için bir de “yol haritası” çıkarmıştır. Bu “yol haritası” Filistin devletinin 2005’te kurulmasını mümkün ve öngörmektedir.

Aslında plan özü itibariyle yeni değildir. Yeni olan ABD’nin şimdi doğrudan bir Ortadoğu gücü olma durumu ve konumudur. Irak’taki 300 bin kişilik askeri ve muazzam vurucu gücüyle, ABD şimdi kendi istediğini yaptırma konusunda daha güçlü ‘argümanlara’ sahiptir. Diğer yandan Irak’ta Saddam rejimini devirerek, ABD İsrail egemen sınıflarının kendilerine yönelik en büyük tehditlerden biri olarak gördükleri gücü ortadan kaldırmış, İsrail’e isteklerini dayatmak için güçlü bir pozisyon elde etmiştir. ABD şimdi İsrail’in nerdeyse kapı komşusudur. Ve onunla yapacağı bir garanti anlaşması, İsrail’in ‘devlet varlığımız tehdit altında’ argümanını önemli ölçüde ortadan kaldırır durumdadır. Bu yüzden şimdi ABD’nin çözüm planının uygulanma şansı artmıştır. Filistinde ABD’nin istediği yönetimin işbaşına gelmiş olması; hem İsrail’in, hem Filistin yönetiminin ABD’nin “yol haritasını” ilke olarak kabul ettiklerini bildirmeleri –ki bu İsrail açısından bir tabunun yıkılması, “bağımsız tam egemen bir Filistin devletinin kurulmasının ilke olarak kabulü” anlamına geliyor– bu planın –belki çizilen zamanda sarkmalar olsa bile ve plana karşı olanlar planın gerçekleşmesini engellemek için her şeyi yapacak olsalar bile– uygulanma şansının bundan önceki planlara göre çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.

ABD bu planın uygulamasını dünya çapında ilan ettiği “terörizme karşı savaş”ın önemli bir ayağı olarak görüyor. Bu planda şeriat devleti için silahlı mücadele yürüten örgütlerin yanında, dinci olmayan ve emperyalizme karşı devrimci mücadele yürüten silahlı örgütlerin de tasfiye edilmesi öngörülüyor. Filistin’de bu örgütlerin işgalci İsrail devleti tarafından en ağır faşist yöntemlerle bile yok edilemediği, tersine İsrail’in her yeni saldırısının yeni “teröristler” –yani ülkesinin bağımsızlığı için işgale karşı can bedeli mücadele yürütenler– yarattığı görüldü, görülüyor. Bu şartlarda ABD emperyalistleri bu tasfiye işini Filistin’de liberal burjuvaziye havale etmeyi daha doğru ve verimli buluyor. Bunun karşılığı ona ödenen ücret mini Filistin devleti olacak. Bu şartlarda (emperyalizm şartlarında) başka bir çözüm de yok.

Görünen, Ortadoğu’nun Amerikan düzeninin kurulmasında ABD’nin ilk sırada çözmek istediği iki sorunun, paralel bir biçimde çözmek istediği Irak ve Filistin sorunları olduğudur.

Görünen, diğer sorunların bu iki sorundaki gelişmelere bağlı olarak ele alınacağıdır.

Bu bağlamda şu soru var: ABD’nin Ortadoğu’yu tek başına yeniden düzenlemesi, Ortadoğu’nun tek ve kesin hâkimi haline gelmesi, onun emperyalist rakiplerinin tabii ki işine gelmemektedir. Geçmişte emperyalistler birbirlerini zayıflatmak için rakiplerinin egemenlik alanındaki kimi silahlı mücadelelere belirli destekler vermişti. Örneğin ABD Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki işgaline karşı islamcı güçleri, yine ABD Çeçenistan’da islamcı güçleri, Fransa ve Rusya İran’da islamcı güçleri desteklemişti. Bu durumda şimdi örneğin Fransa, Almanya, Rusya gibi güçler acaba ABD’nin işlerini zorlaştırmak için örneğin Irak’ta, Filistin’de vb. ABD işgaline karşı savaşan islamcı güçleri destekler mi? Bu kuşkusuz hepten dışlanabilecek bir olasılık değildir. Ancak geçmişteki deneyimler emperyalistlere de desteklenen kimi güçlerin süreç içinde kontrolden çıktığını göstermiştir ve emperyalist büyük güçlerin arasında anda “terörizme karşı savaş” konusunda, özellikle de radikal islamcılığa destek vermeme, onu geriletme konusunda bir birlik varmış gibi görünmektedir.

ABD ayrıca emperyalist rakiplerine, şartlarını kendi belirlediği ganimet paylaşma önerileri sunmaktadır. Bu şartlarda ABD’nin emperyalist rakipleri ABD’nin egemenlik alanında desteklerini liberal anti-Amerikan ve ılımlı anti-Amerikan islamcı güçlere destekle sınırlayacak gibi görünmektedir. Bu güçlerin ise –İran dışında– önemli bir halk desteği yoktur.

Sıradaki sorunlar

Sonraki süreçte ABD’nin “yeniden düzenlemek” istediği, güvenilmez gördüğü ülkeler var.

Suudi Arabistan: S. Arabistan’daki rejimin de istenilen doğrultuda düzenlenmesi lazım. S. Arabistan kimi şeriat örgütlerine maddi destek vermektedir, petrol fiyatlarının belirlenmesinde OPEC içinde belirleyici rol oynuyor. “Güvenilmez” bir müttefik olduğunu son Irak savaşında, ülkedeki üsleri doğrudan saldırı için kullanmaya izin vermeyerek göstermiştir. ABD’nin Suudi Arabistan’ı doğrudan işgal etme yerine, içten kendine yakın güçleri destekleme biçiminde dönüştürmesi Ortadoğu’da yeniden düzenlemede muhtemel gelişmedir. Fakat içte dayanack yeterli güç bulunmaması halinde, ‘terörist’ yuvalarını temizleme adına doğrudan askeri saldırı, işgal vb. de dışlanamaz.

İran: İran’daki molla rejimi, ABD’nin Ortadoğu planında her halükârda yeri olmayan bir rejimdir. Ancak İran’da Irak’tan değişik olarak rejim içinde açıkça görünen çatlaklar ve rejime karşı örgütlü bir muhalefet hareketi vardır ve bu hareket giderek güçlenmektedir. İran’da ABD’nin bir askeri bir müdahalesine gerek kalmadan rejim değişikliği mümkün görünmektedir. ABD İran’daki muhalefeti kullanarak, bunun üzerinden İran’da istediği rejimi oluşturmaya çalışacak gibi görünmektedir. İran’ın şer cephesinin parçası olarak ilan edilmesi; İran’a yönelik açık tehditler, anda bir emperyalist saldırı ve işgal hareketinin hazırlığından çok, rejimi baskı altına almak, muhalefete güç vermek olarak kavranmalıdır. ABD İran molla rejimine karşı mücadelede, Şah yanlıları, liberal burjuvazi yanında, geçmişte Irak’ta yerleşen ve Saddam rejimi tarafından İran’a karşı desteklenen, kullanılan Halkın Mücahitleri örgütünü de kullanabilir. Bu örgüt elemanlarının silahsızlandırılması, bunların ilerde devreye sokulmayacağının garantisi değildir.

Suriye: Suriye’ye karşı da yönelen tehditler, ABD’nin anda Suriye’ye karşı askeri saldırı hazırlığı içinde olduğu anlamına gelmiyor. Bu tehditler daha çok Suriye’deki rejimin hizaya çekilmesi için yapılan uyarılardır. Ve görünen odur ki, rejim bu uyarıları almıştır.

Kuveyt ve Ürdün’deki rejimler ABD’nin bölgedeki egemenliği açısından kabul edilebilir rejimlerdir. Ancak bunların da daha sağlamlaştırılması gerekir. ABD bu sağlamlaştırma işi için askeri müdahaleye ihtiyaç duymamaktadır. ABD’nin bölgedeki askeri varlığı bu rejimlerde istenen değişikliklerin yapılması için yeter baskı unsurudur.

Bilindiği gibi ABD’nin “yeniden düzenleme” planları yalnızca Ortadoğu’yla sınırla değil, tüm dünyaya yönelik planlar. 11 Eylül sonrasında açıklanan “Terörizme Karşı Savaş” konsepti içinde ABD ilk saldırı hedeflerini ortaya koymuştu. “Şer ekseni” ilan edilenlerden Afganistan ve Irak’taki rejimler savaşla, işgalle devrildi.

Kuzey Kore

Eksen içinde sayılanlar içinde bilindiği gibi Kuzey Kore var ve Afrika’da kontrol altında olmayan alanlar var.

Gelişmeler tabii ki bu alanlarda da ABD’nin doğrudan askeri saldırıyla “sorunları çözme” olasılığı tartışmasını gündeme getiriyor.

Kuzey Kore bağlamında, bilindiği gibi ABD, Kuzey Kore’nin bir atom santralini yeniden devreye sokma kararı üzerine, aynı anda iki savaş yürütebileceği açık tehdidini savurarak bu kararın geri alınmasını istedi. Karşılıklı açıklamalar sonrasında şimdi sorun yeniden BM forumuna getirildi. Orada Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin istediği doğrultuda bir karar çıktı. Sorun şimdilik savaşsız, diplomatik arenada çözüm aranan bir sorun.

Bunun mantığı şu: ABD açısından Kuzey Kore rejimi her halükârda devrilmesi gereken bir rejimdir. Kontrol altında değildir. Yer yer ABD’ye kafa tutan konumlar sergilemektedir. Fakat ABD Ortadoğu’da belirli bir düzen sağlamadan, Kuzey Kore sorununun askeri çözüm opsiyonunu gündeme getirmez. Savaş tehditleri savaş tehdidi olarak kalır. Bunda Kuzey Kore’nin komşuları Rusya ve Çin’in Kuzey Kore’nin ABD tarafından işgaline kesin karşı olmalarının bilinmesi de rol oynamaktadır. Rusya ve Çin de Kuzey Kore’deki rejimden fazla hoşnut değildir. Fakat Kuzey Kore’nin andaki rejimle yönetilmesi, onlar için açık bir tehdit oluşturmamaktadır. Buna karşı ABD tarafından işgal vb. onlar için daha olumsuz bir durum yaratacaktır. Onlar bu yüzden Kuzey Kore’ye karşı bir ABD savaşına kesin karşıdırlar. ABD’nin Kuzey Kore’deki rejimi devirmek için tek yolu savaş-işgal de değildir. Ülke ambargo ile zaten önemli ölçüde zayıflatılmış, halk aç bırakılmış durumdadır. Rejim aşırı milliyetçilik üzerine çekilmiş sosyalizm cilalı bir ideoloji ile, sosyalfaşist yöntemlerle ayakta durmaktadır. Parçalanmış ülkenin Güney kesimi, K. Kore halkı için çekici hale geitirilmeye çalışılmaktadır. Ülkede 1990’da Almanya’dakine benzer bir “birleşme” gelişmesinin yaşanması için – orda çok güçlü görünen rejim, Doğu Alman halkının Batı Almanya’ya iltihak gösterileri sonucunda birkaç ay içinde çöktü– muazzam bir baskı altında tutulmaktadır.

Kuzey Kore ‘sorun’unun – ki bu sorun gerçekte ABD açısından, istenmeyen, kontrol altında olmayan, üstüne üstlük kendine komünist diyen bir rejimin ortadan kaldırılması sorunudur– savaşsız ve işgalsiz çözümü mümkün görünmektedir. Bu durumda bu yol denenecektir. Bu tabii sınırlı kimi bombalamaların vb. olmasının engeli değildir.

Afrika

“Terörizme karşı savaş” açıklamalarında ABD emperyalizminin sözcüleri birkaç kez Sudan, Somali gibi Afrika devletlerinin isimlerini de saydılar. Buralar “terörist örgüt”lerin üslendiği alanlar olarak değerlendiriliyor. Onları “şer ekseni”nde hedef tahtasına oturtan bu durumdur.

ABD ve diğer emperyalist güçler açısından kıta Afrikası sömürgecilik döneminde öncelikle köle ticareti açısından önemliydi. 20. yüzyılda Afrika bu açıdan önemini yitirdi. Yeni sömürgecilik açısından özellikle merkezi Afrika ve genelde Siyah Afrika, kontrol altında tutma maliyeti, ordan kısa sürede elde edileceklere göre daha yüksek olduğundan çekici bir alan değildir. 20. yüzyılın ikinci yarısında alan daha çok askeri üs olarak önem taşıyordu. Askeri teknikteki ilerlemeler sonucu alan bu noktadaki önemini de önemli ölçüde yitirdi. Kaldı ki, şimdi üsler parayla da satın alınabilecek durumda. Bloklar arası çatışmanın getirdiği rekabet de ortadan kalkınca, Afrika emperyalistler açısından nerdeyse ‘unutulan kıta’ haline geldi. Siyah Afrika anda kendi içinde etnik temelde büyük çatışmaların yaşandığı, insan hayatının pek değerinin olmadığı bir alan görünümünde. Emperyalistler burdan silah satışı yoluyla kâr ediyor. Bu da onlar için yeterli. Afrika’nın “yeniden düzenlenmesi” için emperyalist güçlerin işgale girişmesi lazım, fakat bu girişimlerin nasıl sonuçlanabileceği, kolay olmayacağı Somali örneğinde yaşandı. Bu durumda emperyalistler kısa süreli getiri/götürü hesabında, hayati öneme sahip hammaddesi olmayan, endüstrisi nerdeyse sıfır olan, halkı açlık sınırında yaşadığı için pazar olarak da fazla ilginç olmayan Afrika’yı “unutma”yı, kendilerini arada bir yaptıkları “insani yardım” çağrı ve gösterileri ile sınırlamayı uygun görüyorlar. Bu arada siyah Afrika halkının %30’u HIV pozitif (aids). Bu, bu nüfusun savaşlar, göçler, açlık vb. dışında da önemli ölçüde kırılacağı anlamına geliyor. Bu durumda yapabilseler “kârlı” ve “verimli” olmayan, yalnızca ‘sorun yaratan’ bu kıtayı yeryüzünden tümüyle silerler. Kıtada birkaç ülke önemli (örneğin G. Afrika, orda altın ve elmas var), onlarda da duruma hâkim durumdalar.

Bütün bunlar bilindiğinde, ABD’nin Somali, Sudan gibi ülkeleri de şer ekseni içinde saymasının, bu ülkelerin Afganistan, Irak örneklerinde olduğu gibi işgal altına alınıp yeniden düzenleneceği anlamına gelmediği anlaşılır. Hayır, bu ülkelerin şer ekseni içinde sayılmasının anlamı, bu ülkelerdeki belli hedeflerin sınırlı askeri operasyonlarla vurulacağının ilanıdır. ABD bunu her an yapabilir.

ABD durdurulabilir mi?

Bir bütün olarak ele aldığımızda şu tespiti yapıyoruz: Dünya ABD tarafından yeniden düzenlenmek isteniyor. Bu düzenleme, var olan ABD hegemonyasının alanının –diğer emperyalist büyük güçler aleyhine– genişletilmesi ve hegemonyanın pekiştirilmesi anlamına geliyor.

Şu anda diğer emperyalist büyük güçlerin, doğrudan ABD ile savaşı göze almadan bu gelişmeyi engelleyebilecek durumu yok. Askeri olarak ABD’ye karşı andaki durumda gerçek anlamda tehdit oluşturan tek güç Rusya. Onun anda ABD’yle savaşı göze alması beklenmemeli. Diğerleri ise askeri olarak anda ABD’ye kafa tutacak güce sahip değiller. Hal böyle olduğu için ABD’nin düzeni içinde kendilerine mümkün olan en büyük payı kapmaya, bu arada güçlerini birleştirerek ABD’yi sınırlamaya çalışıyorlar.

Bu gelişmeler emperyalist büyük güçler arasındaki hegemonya dalaşında çelişmelerin sertleşmesi, keskinleşmesi anlamına geliyor. İlerdeki dönemde emperyalistler arası doğrudan savaş olasılıklarını güçlendiriyor.

ABD’nin planlarını boşa çıkaracak esas güç kuşkusuz ABD’nin sıraya koyup saldırdığı halkların, bu arada –en önemlisi– ABD’deki emekçilerin bu emperyalist politikalara karşı direnişi, devrim mücadelesidir. Bu bağlamda da fakat ABD’nin emperyalist politikalarına karşı direniş ve muhalefet hareketlerinde komünist önderliklerin önemli bir rol oynamadığının bilindiği şartlarda, anda ABD’nin planlarını uygulamasının önünde bu alanda da gerçek bir engel bulunmadığı söylenebilir.

Kuşkusuz bu hep böyle gitmeyecektir. Fakat andaki durum budur.

Bizim görevimiz esas eksikliği, komünist önderliğin eksikliğini gidermek için her şeyi yapmaktır.

Kıbrıs’ta gelişmeler

Kıbrıs’ta son dönemde şaşırtıcı gelişmeler oldu. Türk egemenlerinin bir dizi tezi, Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum kesimi)nin Kıbrıs sorunu çözülmeden tam üyeliğe kabul edilmesi ile çöktü.

Türk devletinin 2002 Aralık’ına kadar söylediği (kırmızı çizgisi) şöyleydi: Kıbrıs sorunu çözülmeden Güney Kıbrıs AB’ye alınmamalıdır, Güney Kıbrıs –Kıbrıs sorunu çözülmeden– AB’ye alınırsa, kuzey ilhak edilecek, gerektiğinde (Yunanistan ilhaka karşı çıktığı durumda) savaşılacaktır.

2002 Aralık’ında Kıbrıs Cumhuriyeti –Kıbrıs sorunu çözülmeden– AB’ye tam üyeliğe kabul edildi. TC’nin ‘kırmızı çizgileri aşıldı’. Fakat ilhak, savaş vb. gündeme gelmedi.

AB üyeliği görüşmeleri döneminde ve Kıbrıs Cumhuriyeti (KKTC’siz) AB’ye üye alındıktan sonra, Kuzey Kıbrıs tarihinin en büyük kitle gösterilerine sahne oldu. Kıbrıslı Türk nüfus açıkça BM Annan Planı adıyla anılan plan çerçevesinde bir çözüm ve Güney kesimiyle birlik içinde AB üyeliği istediğini ortaya koydu. Bu gelişmeler TC egemenlerini ve adada onların devamı olan kukla KTC yöneticilerini köşeye sıkıştırdı. Ve onlar köşeye sıkıştıklarında önce her zaman yaptıklarını yaptılar. ‘Vatan toprakları’, ‘Yavru Vatan’, ‘Vatanı Rumlara satmak isteyen vatan hainleri’ edebiyatıyla ve açık ilhak tehdit ve açıklamalarıyla KKTC’deki muhalefeti susturmaya, bastırmaya, boğmaya çalıştılar. Bu arada oyları sayacak olanın kendileri olduğunun ve 1974 işgali sonrasında adanın kuzeyinde Türkiye’den yerleştirme siyasetiyle adanın nüfus dengesini değiştirdiklerinin güvencesi içinde referandumla çözüm vb.den söz bile ettiler. Türkiye’de Annan planının müzakere edilebilir olduğu yönünde laflar edenler –bunun içinde hükümet de vardı– hizaya, devlet siyasetine çekildi! Bütün bunlar bilinen, beklenen gelişmelerdi. Fakat Nisan ayı sonlarından itibaren Dektaş yönetiminin attığı adımlar, iyice köşeye sıkışan, tecrit olan Türk egemenlerinin manevra yeteneğini gösterdi. Nisan ayı ortalarında Denktaş yönetimi, kendisinden hiç beklenmeyen, TC açısından da bugüne kadarki “devlet siyaseti”nin belli noktalarda değiştirilmesi anlamına gelen ve daha önce egemen sınıflar içinde tartışılıp, kararlaştırıldığı konusunda hiçbir işaret olmayan, bu anlamda şaşırtıcı olan bir adım attı. Güney Kıbrıslı Rumların, Kuzeye pasaport göstererek, vizesiz girebileceği; –önce 24 saat, daha sonra 3 gün 3 gece– Kuzeyde vizesiz kalabilecekleri; Güneye geçmek isteyen Kuzey Kıbrıslıların da 24 saatliğine izin almaksızın Güneye geçebilecekleri açıklandı.

(Gelinen yerde Güney Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ile Türkiye’ye de vize almaksızın turist olarak gelebilecekleri açıklandı.)

Bu manevra ile KKTC’deki egemenler ve TC bugüne kadarki, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni meşru bir devlet olarak tanımıyoruz tezinden de fakto uzaklaşmış oluyorlar. Bir ülkenin pasaportunu geçerli belge olarak kabul etmek, istediği kadar tersi söylensin, o devleti de fakto tanımak demektir.

Bir noktada artık uygulanamazlığı açıkça görülen devlet siyasetindeki değişiklik anlamına gelen bu siyasi manevrayla Türk egemenleri fakat bir dizi siyasi kazanım elde ettiler.

·        En başta Kuzey Kıbrıslı Türkler açısından artık desteğini iyice yitirmiş olan, köşeye sıkışmış olan Denktaş yönetimi ve KKTC, Kuzey Kıbrıs’ta patlama noktasına giden gelişmenin önüne geçmiş oldu.

·        Denktaş yönetimi ‘sınırı açan taraf’ olarak, Kıbrıs Rum kesimi yönetiminin elinde olan inisiyatifi ele geçirdi. Uluslararası alanda Denktaş yönetiminin çözümün önünde engel olduğu tezini sarstı.

·        Kuzeyden Güneye izinsiz geçiş kararıyla, bir yandan Güney Kıbrıs’ın resmen tanımadığı KKTC’yi de fakto tanıması sağlandı.

·        Türkiye’nin Kıbrıslı Rumlara vizesiz girme hakkı tanıması ve aynı hakkın TC tarafından kullanılmasını talep etmesi ile, AB’ye vizesiz giriş anlamına gelecek bir talep dolaylı yoldan devreye sokulup, AB baskılanmaya başlandı.

Bütün bunlar Türk hâkim sınıflarının onlardan beklenmeyen akıllılıkta bir siyasi manevra gerçekleştirdikleri anlamına geliyor.

Kuşkusuz bu gelişme Kıbrıs sorununun çözümü anlamına gelmiyor. Fakat iki ayrı bölgenin de fakto birbirini devlet olarak tanıması; diğer yandan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar açısından birlik isteğinin var olduğunun açıkça görülmesi, her iki tarafın da maksimum istek ve taleplerinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığının görülmesi, sorunun –emperyalizm şartlarında– çözümüne doğru bir hareketlenmenin, TC’nin açık ilhak siyasetinin olmazlığını gördüğünün işaretleri.

Gelinen yerde TC, Kıbrıs konusunda, tersi söylense bile, Annan Planında öngörülen ‘çözüm’e epey yaklaşmış durumdadır.

Hatta, TC’nin garantörlüğünün garanti altına alındığı şartlarda K. Kıbrıs’taki açık işgalin kaldırılması bile tartışılır hale gelmiştir.

Güney Kürdistan

Güney Kürdistan bağlamında bir dizi tartışma yürüdü, yürüyor. Olgu şudur: ABD’nin Irak’a saldırısı ve işgalinde, Güney Kürdistan’daki Kürt milliyetçisi burjuva örgütler KDP ve KYB, kendi etkilerindeki kitleye ABD’yi kurtarıcı olarak tanıttılar, güçlerini ABD’nin savaşında onun güçlerine eklediler, ABD’nin savaşında doğrudan taraf olarak katıldılar. Kürt peşmergeler bu savaşta ABD’li komutanların denetiminde, kumandasında esasta ABD’nin savaşında ABD’nin paralı askerleri olarak savaştılar. KDP ve KYB işbirlikçi örgütler olarak davrandılar. Ortadoğu’da ‘statükonun değişmesi’nden yanan olan, ABD’ye bu statükoyu değiştirmede olumlu roller atfeden KADEK de aslında bu role soyunmaya, ABD’nin savaşına katılmaya hazırdı. Fakat KYB–KDP ve Türkiye, KADEK’in resmen tanınmasına, ‘terörist örgüt” listesinden çıkarılmasına, pazarlıkta yer almasına, güçlenmesine yol açacak böyle bir gelişmeyi kesinlikle istemediler. ABD böyle bir ittifaka ihtiyaç duymadı. KADEK’in savaş dışı kalmış olmasının nedeni budur.

Kuşkusuz burjuva milliyetçileri ABD’nin bu savaşına katılmakla belirli çıkarlar umuyorlardı ve belirli çıkarlar da elde ettiler. Şimdi onlar ABD’nin Irak’ı yeniden düzenlemesinde merkezi iktidarda söz sahibi olacaklar ve Kürdistan’da da özerk yönetimleri güçlenecek. Bu sonuçlardan yola çıkarak aslında Kürt milliyetçisi örgütlerin işbirlikçilik yapmakla suçlanmalarının yanlış olduğu, bunların önlerine çıkan tarihi bir fırsatı değlendirmiş oldukları, emperyalizmin ve gericiliğin iç çelişkilerinden yararlandıkları vb. söylenebilir. Nitekim Kürt milliyetçilerin bir bölümü bunu söylüyorlar.

Soruna devrimci, antiemperyalist, enternasyonalist değil, burjuva milliyetçi gözlüklerle bakıldığında, bu söylenenler anlışılırdır. Burjuva milliyetçiliği için kendi ‘ulusal’ alanında elde edebileceği en fazla iktidar tek referanstır. Emperyalizm şartlarında güçlü bir emperyaliste yaslanmadan, ezilen ulusun burjuva milliyetçiliğinin iktidar kırıntıları bile elde etme şansı yoktur. Hele hele bütün dünyada emperyalizmin tam egemenliğinin söz konusu olduğu, hiçbir güçlü sosyalist ve devrimci üssün bulunmadığı bugünkü şartlarda, burjuva milliyetçiliğinin hedeflerine varmak için yapacağı en “akıllıca” iş, en güçlü emperyalistin müttefiki olarak kendi ulusal haklarını gaspeden gerici rejime karşı mücadeledir. Emperyalizmle ittifak ise, bugünkü güç dengelerinde ittifak değil, emperyalizmin oyuncağı olarak hareket etmek demektir!

KYB ve KDP bunu yapmışlardır.

Güney Kürdistan’da Kürtlerin şimdiye kadar en avantajlı duruma geldikleri bir konum söz konusudur. Irak’ta da Kürtler şimdi iktidarda daha fazla söz sahibi olacaklardır. Bu olgudur. Bu olgu olduğu kadar, bu kazanımların ABD işbirlikçiliği ile elde edilmiş kazanımlar olduğu da olgudur.

Biz olgunun iki yanını da koymalıyız.

Güney Kürdistan’da Kürt yığınlarına kazanılanın gerçek özgürlük, bağımsızlık vb. olmadığını açıklamalı, onları komünist önderlik altında birleşerek işgale, işbirlikçi iktidara karşı, diğer uluslardan emekçi kardeşleriyle omuz omuza devrimci mücadeleye çağırmalıyız.

Bunun bugün için pratik çözüm olmadığını söyleyeceklere, emperyalizmin egemenliği şartlarında ve devrimci mücadelenin bugünkü geriliği şartlarında pratik çözümün, emperyalizmin dayattığı çözümlerden biri veya diğeri dışında bir şey olmadığını, olamayacağını söylemeliyiz.

Devrimcilerin, hele hele komünistlerin görevi, pratik olmak adına, emperyalist çözümlerin kuyruğuna takılıp, ezilenlere ehven-i şerin propagandasını yapmak değildir; gerçek çözümler için daha fazla çalışmak; daha fazla uyandırma çalışması yürütmek, daha tutarlı, militan mücadele yürütmek, kitleleri devrim için eğitmek, örgütlemektir. Sabırla, inatla bunu yapmaktır görev.

Irak’ta yeniden yapılanmada TC

Gelinen yerde TC savaşta aktif olarak yer almadığı için, Irak’ın yeniden yapılandırılması, bu arada Güney Kürdistan’daki yapılanma konusunda doğrudan masada yer almıyor. Bu konuda pazarlık marjı yüksek değil. Burjuvazinin savaşa girmek konusunda ısrarlı olan kesimi bu durumdan duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getiriyor. İdeolojik Kemalistler ise, ABD’nin Türkiye’yi zayıflatmak için Kürtleri kullandığı, kullanacağı vehimleri içinde kıvranıyor. Fakat Türkiye doğrudan pazarlık masasında olmasa bile olgu şudur: Irak-Güney Kürdistan konusunda ABD ile Türkiye’nin planları esas olarak örtüşmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması her ikisinin de Irak için çıkış noktasıdır.

ABD Irak’ın bölünmesi biçimindeki bir çözümün, bütün etnik grupların içinde yer aldığı merkezi bir Irak’tan çok daha fazla sorunlu olacağını görmektedir.

Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, Güney Kürdistan’da resmen ayrı “bağımsız” bir Kürt/Kürdistan devletinin kurulmaması anlamına gelir ki, bu Türkiye açısından ilkesel bir sorun olarak ilan edilmiştir. ABD’nin şu anda böyle bir devlet kurulması planı yoktur. Irak’ın toprak bütünlüğü içinde vilayetlere geniş özerklik ABD’nin planıdır. Bu plan Türkiye’nin istekleriyle örtüşmektedir.

Güney Kürdistan’da bir de KADEK sorunu vardır. Burda KADEK’in silahlı gücü vardır. Türkiye KADEK’in silahsızlandırılmasını istemektedir. Fakat bunu isteyen yalnızca Türkiye değildir. İşgal güçleri, işgal işbirlikçisi Barzani, Talabani de, KADEK’in silahlı gücünden rahatsızdır. Önümüzdeki dönemde KADEK’in silahsızlandırılması gündeme gelecektir. Bunun pazarlıkları yapılmaktadır. Türkiye silahsızlandırılmanın pişmanlık yasası temelinde teslimiyetle gerçekleştirilmesini isterken, KADEK bu işin genel afla yapılmasını talep ediyor. Bu bağlamda ABD’nin istekleri doığrultusunda bir orta yol bulunması olasılığı vardır.

İdeolojik Kemalistlerin ABD’nin KADEK’i Türkiye’ye karşı kullanması öcüsü, esasta onların vehmidir. Bu olasılık yok denecek kadar azdır. ABD’nin kullandığı ve kullanacağı yeter güç vardır. Terörist örgütler listesinde tuttuğu PKK/KADEK’i kullanmak onun andaki siyaseti değildir.

Türkiye’de hükümet–devlet çatışması sürüyor

AKP Hükümeti ile devlet iktidarını gerçekten elinde bulunduranlar, ya da kısaca devlet arasında çelişmeler var. Savaş sırasında bu çelişmelerin üzeri bir ölçüde örtüldü. Önümüzdeki dönemde bu çelişmeler sertleşebilir. Değişik ABD kaynakları, AKP ile devlet arasındaki çelişmelerin yoğunlaşması durumunda darbe gündeme gelebilir değerlendirmelerini piyasaya sürüyor. Türkiye’de 23 Nisanda Meclis Başkanının verdiği davete CHP ve ordu katılmıyor. Cumhuriyet gazetesi “Devlet tavır koydu” başlığıyla çıkıyor. Hükümet başkanı/Genelkurmay Başkanı ikili görüşüyor. Ardından basında Genelkurmay Başkanının hangi konularda rahatsız olduklarını başbakana aktardığı yer alıyor. Başbakan ‘hükümet ile ordu uyum içinde’ diyor, tersini söyleyenleri ‘kışkırtıcı hain’likle suçluyor. Ardından Genelkurmay Başkanı basın toplantısı yapıyor. Gazete haberlerinde yer alan görüşme içeriği konusunda söylenenleri, yalnızca bir noktada, “Genç subaylar rahatsız…” noktasında geri çeviriyor. Rahatsızlık varsa hepimizindir… kimse ordumuzu genç-yaşlı biçiminde bölmeye kalkmasın, Silahlı Kuvvetlerimiz bir bütündür… anlamında laflar ediyor.

Kısaca AKP’nin devlet iktidarını ele geçirmek için çıktığı uzun yolda, yerleşik devlet iktidarı kendini koruyor, hükümete gerçekte muhtıra üzerine muhtıra dayatılıyor. Genelkurmay Başkanı 28 Şubat süreciyle ilgili soruyu “28 Şubat’ı gerekli kılan şartlar, tehditler, tehlikeler değişmemiştir… Süreç sürüyor” biçiminde yanıtlıyor.

AKP çelişmeleri sertleştirmek istemiyor. Adım adım ilerlemek istiyor. İlerlemek istediği konuda attığı adım tepkiyle karşılandığında anda geri çekiliyor. Yeni bir hamle için bekliyor. Bu anlamda çatışmaların sertleşip, darbe vb.nin gündeme gelmesi anda söz konusu değil.

Önümüzdeki dönemde ama kimi konularda çelişmelerin sertleşmesi gündeme gelebilir. Örneğin gelecekte cumhurbaşkanı seçimi var. AKP bu konuda önce “Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmelidir” balonunu uçurdu, önerdi. Devlet buna karşı sertçe “olmaz, şartlarımız buna uygun değil” tavrını takındı. Çünkü halk oylamasında istediğini seçtirememe ihtimali büyük. AKP ısrarlı olmadı. Geri adım attı.

AKP önümüzdeki dönemde de devletin olmaz dediği konularda geri adım atacak ve fazla bir çatışmaya girmeden hükümette önümüzdeki seçimlere kadar kalmaya çalışacaktır. Planı seçimlerde de yeniden halkın desteğini alarak iktidar yürüyüşünü sürdürmektir.

Devletle AKP arasında esas çıngar en geç cumhurbaşı seçimleri gündeme geldiğinde yaşanacaktır. AKP hükümeti sürerse, hükümet süresi dolmadan kısa süre önce cumhurbaşanlığı seçimi gündeme gelecektir. AKP hükümet olma durumunu, meclisteki çoğunluğunu bir kazaya uğramadan koruyabilirse, bundan sonraki cumhurbaşkanı AKP tarafından seçilecektir. Bu durumda devletin yasaklı kıldığı, ama yasakları delip başbakan olan Tayyip’in veya onun tespit ettiği bir başka Tayyipcinin cumhurbaşkanı olarak devletin başına gelme olasılığı vardır. Bunu yasal yollardan engelleme imkânı da yoktur. Bu yerleşik devlet için tam bir felaket senaryosudur. Tayyip ve AKP bu konuda devlete kendisinin değiştiğini bu süre içinde ikna edici biçimde gösteremezse, ya da cumhurbaşkanı konusunda devlet ve AKP’nin üzerinde uzlaştığı bir kişi bulunamazsa cumhurbaşkanlığı seçimi kazaya uğrayabilir!

Halkın desteğinde durum bağlamında

AKP seçim sırasında verdiği bir dizi sözün tersini uygulama durumunda. AKP’ye oy veren birçok insan bugün oy verdiğinden dolayı pişmanlığını dile getiriyor. AKP’nin kitle desteğinde bu anlamda belirli bir gerileme var. Fakat bu gerileme iktidardaki normal yıpranma sınırları içinde bir gerileme.

Ekonomik alanda veriler, savaşa rağmen, kötü değil. AKP döneminde enflasyon düşmeye başladı. Vergi barışı planı ile büyük miktarda para toplandı. Yeni maddi kaynak yaratma projeleri var. Örneğin bir dizi alanda orman alanlarında evler yapılmış, bu evleri yıkmayacak, tersine ev yapanlara buralar satılacak. Yer yer orman alanları da, SİT alanları da satılacak. Burdan önemli maddi gelir sağlanması planlanıyor. Bu hükümet IMF/Dünya Bankası ile ilişkiler açısından da en uysal/uyumlu hükümetlerden biri. Dış kaynak açısından da büyük sıkıntılar yaşamıyor şu anda.

Bütün bunlar bu hükümetin halkın tepkileri ile yıkılması olasılığını düşürüyor.

Diğer yandan AKP’nin bölünmesi, bu yolla yeni bir hükümet çıkarılması planları da, gerçekçi görünmüyor. Savaş gibi olağanüstü bir durumda bile AKP’nin verdiği fire 100’ü geçmedi. Bunların bir bölümü, olası bir bölünmede AKP’de kalacaktır. Bir bölünmede AKP’den gideceklerin sayısı 80’i geçmez görünüyor. Bu durumda da AKP 280’i aşkın bir grupla tek başına hükümet edecek çoğunluğu elinde barındırır.

Yani gelişmeler, AKP’nin bu yasama döneminde hükümet olarak devam edeceğini ve devlete yerleşme operasyonunu ilerletebileceği noktaya kadar ilerleteceğini gösteriyor.

Bingöl depremi üzerine

Bingöl depreminde ortaya çıkan durum, bütün “tedbir alıyoruz”, “depremle yaşamayı öğreneceğiz” laflarının palavra olduğunu, herşeyin değil hiçbir şeyin değişmediğini gösterdi.

Bu bağlamda devletin teşhiri yanında, depreme karşı bizim önerimiz nedir, neler yapılmalıdır konusunda bir broşür hazırlanıp, geniş çapta dağıtımı sağlanacaktır.

Sol içinde şiddet egemenlere yarar!

Birçok devrimci grup, kendi dışındaki gruplar arasında bir kavga, bir şiddet olayı olduğunda bunu kınıyor, yanlış bulduğunu açıklıyor. Bunun karşıdevrime yaradığını söylüyor. Doğru tavır takınıyor. Fakat birçoğu kendisi de başkalarında eleştirdiği tavırlar içine girebiliyor. Buna bir dizi gerekçe de bulunuyor.

Biz bu bağlamda on yıllardan beri tüm devrimci gruplara çağrılar yapıyoruz. Birlikte kısa bir ortak açıklama yapıp, sol içinde şiddeti ilke olarak reddettiğimizi ve şiddetin kullanıldığı yerde hep birlikte bunu engellemeye çalışacağımızı açıklayıp, bunu da gerçekten yapalım diyoruz. Fakat dışımızda kimse, birkaç somut olay bağlamı dışta tutulursa, buna yanışmadı, yanaşmıyor.

1 Mayıs’ta İstanbul’da yine bu bağlamda rezillikler yaşadık.

·        Karataşçılar yine Yağancılara saldırdı. Saldırı önceden hazırlıklıydı.

·        MLKP ile EMEP arasında miting alanında pankart açma/açtırmama yüzünden kavga yaşandı.

·        TKP/İP arasında bir kavga yaşandı.

Burjuva medya tam kendine yaraşır biçimde, aslında bütün eylem ele alındığında tali olan bu olayları sevinerek ve büyüterek yansıttı.

Aslında bunun bile olayların içindekilere yanlışlığı göstermesi açısından yetmesi gerekir.

Burda solculuk, devrimcilik, sosyalistlik vb. adına yapılan, sonuçta birçok insanı devrimcilikten soğutmak, burjuvaziye devrimcileri karalaması için fırsat vermektir.

·        1 Mayıs’ın ardından Yıldız Üniversitesinde öğrenciler arasında kavga çıktı. Kemalistler sol çevredeki öğrencilere saldırdılar.
Burjuvazi bunu alıp, allayıp, pullayıp, büyütüp kullandı. Satırların, beyzbol sopalarının resmini çekip “işte eğitim malzelemeleri” başlığı altında sundu Doğan Medya!

·        Daha önce sendikal rekabet kavgasında ambarlarda üç işçi ölmüştü. Bunu da burjuvazinin nasıl kullandığını biliyoruz.

Biz içinde bulunduğumuz durumda, devrimci olsun olmasın, bütün sol içinde –bir saldırıya karşı kendini savunma meşru hakkı dışında– şiddet kullanımını ilke olarak reddediyoruz.

Kendini savunma meşru hakkı bağlamında da, saldırganları şiddet kullanmadan saldırıdan vazgeçirme yolları varsa, bunların sonuna dek kullanılmasından yanayız. Provokasyonlar hep olacaktır. Bunlar teşhir edilmeli, tecrit edilmeye çalışılmalıdır.

Bizim önerimiz tüm devrimci grupların, önce kendi içlerindeki ilişkilerde şiddeti dışlamaları, kendi dışlarıyla ilişkide de, aktif olarak sol içi her kavgada, her şiddet kullanımında ayırıcı, yatıştırıcı rol oynamalarıdır.

Bütün devrimci gruplar böyle davrandığında, sol içinde şiddet savunan ve kullananlar neyse o olarak damgalanacak ve açığa çıkacaktır: Provokasyonlarla karşıdevrimin ekmeğine yağ sürenler!

Mayıs 2003 •