Ölüm orucu eyleminin değerlendirilmesi…
Ölüm orucunu yürüten örgütlerin hemen hepsi, ölüm orucu eylemini yürüttükleri dönemde bu eylem bağlamında getirilen her eleştiri, eylem taktiği üzerine her tartışmayı baştan “düşmanca tavır”, “devletle aynı tavır içinde olmakla” vb. suçlayıp geri çevirdiler, reddettiler. Şimdi eylemi tek başına sürdüren DHKP-C bu tavrı sürdürüyor.
Biz Bolşevikler de, eylemin biçimine, taktiğe yönelik eleştirilerimizi kamuoyu önünde getirmekten uzun süre geri durduk, genel değerlendirme için de eylemin eylemciler tarafından bitirilmesini bekleyen bir konumda durduk. Ancak artık daha fazla beklemenin taşınamaz bir sorumsuzluk olacağı görüşüne vardık. Görünen odur ki, anda böyle bir eylem temelinde faşist devleti F tipleri konusunda belirleyici bir geri adım atma noktasına getirilecek bir kitlesel eylemlilik geliştirmek mümkün değil. Bu durumda eylemin sürdürülmesi, 107 ölümüze yeni ölüler eklenmesi ve fakat eylemin talebi konusunda belirleyici bir kazanım elde edilememesi anlamına gelecek. Yeni ölüler devrimciler açısından yalnızca bir şeyi göstermenin aracı olabilecek: Biz devrimciler kararlıyız! Ölüme hazırız! Fakat bunu gösterme ihtiyacımız yok! Bunu 107 ölüyle fazlasıyla gösterdik!
Bu durumda bu eylemin bu biçimde sürdürülmesinin yanlış olduğunu ilan etmek gereklidir. Bunu devrimcilerin, komünistlerin bizzat kendilerinin yapması gerek. Ve bizim bu eylemin derslerini bizzat kendimizin çıkarması, devrimci saflarda bu eylem biçimi üzerine tartışmayı ciddi bir biçimde yürütmemiz, derinleştirmemiz gerek.
Bu yazıyı bu amaçla kaleme aldık ve yayınlıyoruz.
Biz Bolşevikler bu eylemle ilgili olarak, eylemin belli bir döneminde kadar, 1996’daki ölüm oruçları sırasında takındığımız tavrı takındık. Yani;
“Devrimci tutsakların başlattığı ve daha sonra ölüm orucuna dönüştürdüğü açlık grevi eylemi süresince, bu eylem biçiminin doğruluğu-yanlışlığı üzerinde tartışmadık. Kendimizi ajitasyon propaganda faaliyetimizde eylemin doğru taleplerine verilen destekle, eylemin devrimci kararlılığından öğrenme çağrılarıyla sınırladık.” (Bolşevik Partizan sayı 105, s. 10)
Bizim 1996’da; “eylem içinde eylem biçimi üzerine tartışmayı gündeme getirmememizin nedeni, bizim dışımızda başlamış, yürüyen ve devlet güçleriyle devrimcilerin karşı karşıya olduğu bir eylemde, devrimcilerin cephesini zayıflatmamak kaygısıydı.” (agy)
Ancak 1996’daki eyleme göre çok daha uzun süren ve ne zaman nasıl biteceği belli olmayan bu eylemde, 1996’dan değişik olarak, eylemin henüz sürdüğü bir dönemde de, eylem ikinci yılı içinde iken ve devletin 19 Aralık 2000’de gerçekleştirdiği katliam sonrasında uzunca bir süre eyleme katılan örgütlerin bir bölümü eylemi bitirdikten sonra, daha önce örgüt yönetimlerine gönderdiğimiz kimi mektupları kamuoyuna açtık. Bu henüz genel bir tartışma ve sorgulama tavrı değildi. Fakat yine de 1996’ya göre değişik bir tavırdı. Eylemcilerin doğru yönde etkilenmesi için atılması gerekli bir adımdı. Devrimin genel çıkarları bunu gerektiriyordu.
Şimdi de eylem DHKP-C tarafından sürdürülmesine rağmen, eylem konusunda, eylemin doğru taleplerine destek veren, eylemi kitleler içinde tanıtmaya çalışan ajitasyon propaganda yanında, eylem biçimi, taktik konuda yapılan yanlışlar konusunda değerlendirmemizi de yayınlamayı, tartışmayı derinleştirmeyi doğru görüyoruz. Soruna devrimci bir tarzda yaklaşılırsa, bunun devrimci saflarda devrimcilerin birbirine yardımı olarak kavranacağını, öyle kavranması gerektiğini düşünüyoruz.
Biz ölüm orucu eyleminin hazırlığı döneminde, F tiplerine geçiş hazırlıklarına dikkat çekip buna karşı mücadele gerekliliğine, bunun için mümkün olduğunca geniş bir cephe yaratılması gerekliliğine vurgu yaparken, tartışmalarda, takınılan tavırlarda öne çıkan kimi yanlışlara da dikkat çektik:
Bu bağlamda 25 Ağustos 2000 tarihli bir yazımızda şunları söyledik:
“Devletin F tipi cezaevleri saldırısına karşı, devrimci örgütlerin gerçekleştirdiği eylemlerde; propaganda ve ajitasyonda kimi yanlış sloganlar atıldığına, kitlelere yanlış bilinç taşındığına tanık oluyoruz.
Yer yer F tipi cezaevlerini tanımlarken ortaya atılan ‘F tipi Nazi kampıdır!’… veya F tipi cezaevlerinin oynadığı/oynayacağı rolü aktarırken söylenen ‘F tipi ölümdür, girmeyeceğiz!’ gibi sloganlar ajitasyon adına belli bir abartıyı da içinde taşımaktadır. Atılan bu tür sloganlar ajitasyon adına da yapılsa yanlış bilinç taşımaktadır. Örneğin F tipinin Nazi kamplarıyla kıyaslandığı ‘F tipi Nazi kampıdır!’ sloganını ele alalım… Özgür Gelecek dergisinin yaptığı gibi ‘F tipinin bugünkü adı Nazi toplama kampı’ olarak F tipi cezaevini Nazi toplama kamplarıyla kıyaslamak; Roma-Sintilere, Avrupalı Yahudilere yönelik sistemli endüstriyel soykırım ve devrimci, antifaşist ve demokratların… katledilmesi ile Türkiye cezaevlerindeki durumun kıyaslanması yanlıştır. Böyle bir kıyaslama –niyetten bağımsız– Nazi faşizminin basitleştirilerek gösterilmesine; Türkiye’de faşizmin barbarlığının daha da yükselebileceğini gözlerden gizlemeye hizmet edero
Yine ‘F tipi ölümdür, girmeyeceğiz!’ sloganı da –ajitasyon adına da atılsa– yanlış bir bilinç taşımaktadır. Evet F tipi cezaevleri bugün halihazırda uygulanan koğuş sistemine göre kötüdür. Koğuş sistemi kazanılmış bir haktır ve bu hakkın korunması gerekir. Bunun için direniş meşrudur, gereklidir! Bununla birlikte Türk devletinin cezaevlerinde, hücrelerinde devrimci kimliği korumak ve savunmak için devrimcinin, komünistin gelebilecek tüm saldırılara karşı hazırlıklı olması gerekir. Herhangi bir devrimci, koğuş sistemi dışında da adı ne olursa olsun, hangi tip olursa olsun konulduğu cezaevinde veya hücrede devrimci kimliğini sahiplenme ve her türlü saldırıya karşı savunma yükümlülüğüne sahiptir. Devletin şu ya da bu uygulaması, şu ya da bu tipteki cezaevinin ‘iyiliği’ ya da kötülüğünü anlatmak için abartıya kaçarak ‘F tipinin ölüm olduğunu’ tespit etmek, F tipine karşı direnenlerin ‘ölüme gideceğini’ ileri sürmek en azından direniş içinde bulunan devrimci tutuklulara ve hükümlülere yanlış bilinç verir, devrimci tutuklu ve hükümlünün hücreye girmesi durumunda gelebilecek saldırılar karşısında hazırlıksız yakalanmasına yol açar. Kolektif içinde, büyük koğuşlarda diğer devrimci tutuklu ve hükümlülerle bir arada yaşayan herhangi bir devrimci tutuklu veya hükümlünün, yalnız veya az kişi ile yaşamak zorunda bırakıldığı hücrelerde yaşamı örgütlemesi için karşılaşacağı koşulları abartısız bilmesi, hazırlıklı olması gerekir. Devrimci değerler ve devrimci kimlik sadece büyük koğuşlarda kolektif içinde savunulup sahiplenilebileceği gibi, yalnızlık koşullarında da bu değerlere sahip çıkmak mümkündür, zorunludur, yapılmalıdır. Biz devrimciler, komünistler en kötü koşullar altında bile devrimciliğimizden, komünist düşüncelerimizden taviz vermeyiz. Bu, tek kişilik hücrelere konulmamız koşullarında da böyledir.” (Bolşevik Partizan sayı 131, Eylül 2000, sayfa 27)
Eylemi başlatanlar ve yürütenler, bugüne dek eleştirdiğimiz bu konularda eleştiriyi yok sayan bir konumda durdular.
Şimdi 4 yıldır süren somut eylemin somut değerlendirmesini yapmak, gelecek için dersler çıkarmak açısından gerekli ve önemlidir.
Biz bunu yaparken, eylem biçimi olarak ölüm orucu hakkında düşündüklerimizi yinelemeyeceğiz. Bu konuda görüşlerimizi 1996 ölüm oruçları ertesinde devrimci kamuoyuna sunmuştuk. (Bkz. Ek–1, Bolşevik Partizan sayı 105, Eylül 1996, “Eylem Biçimi Olarak Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Üzerine”.)
O yazıdaki görüşlerimiz bugün de geçerlidir.
Bugün biz somut olarak 2000-2004 Ölüm Orucu eylemini değerlendireceğiz.
Eylem, 20 Ekim 2000 tarihinde 3 devrimci örgüt tarafından süresiz açlık grevi (SAG) olarak başlatıldı.
Eylemin başlatılması öncesinde gerek “içerde” bizzat devrimci tutsakların, gerekse “dışarıda” devrimci örgütlerin devletin F tipine geçiş hazırlığı ve olası saldırısı karşısında devrimci taktiğin ne olması gerektiği konusunda yürüttüğü oldukça yoğun tartışmalar vardı. Bu tartışmalarda devrimci örgütlerin çoğunluğu SAG biçiminde bir eylemi zamansız buluyor; hele hele devrimci örgütlerin birlikte hareketi sağlanmadan bir veya bir kaç örgütün eylem başlatmasına kesinlikle karşı çıkıyordu.
Eylem öncesi durum ne idi? Egemen sınıfların isteği, amacı ve taktiği ne idi? Buna karşı neler yapılabilirdi, yapılmalıydı?
Bilindiği gibi egemen sınıflar çok uzun süredir hapishanelere egemen olamadıkları, birçok hapishanenin bizzat mahkûmların kontrolünde olduğu konusunda şikâyetlenip duruyor, bir “ceza ve tutukevleri reformu” yapılmasının mutlak gereklilik ve zorunluluğundan söz ediyor; bu yönde kamuoyu yaratmaya çalışıyordu.
Reformdan anladığı da, çok sayıda –bazen 100’ün üzerinde– tutuklunun bir arada bulunduğu koğuş sisteminden, en fazla üç kişinin bir arada bulunduğu hücre tipi cezaevlerine geçişti. Bu tipte cezaevlerinin koğuş tipte cezaevlerine egemen sınıflar açısından üstünlüğü, koğuş sisteminde mümkün olan, tutukluların birlikte hareket imkânlarının, tutuklu dayanışmasının en aza indirilmesi, iyice sınırlandırılması; gerekli hallerde tek tek tutsakların tek başlarına iyice tecrit edilme imkânlarının, bu anlamda tutukluları devlet karşısında tek başlarına bırakma imkânlarının var olmasıdır.
[Bu konu üzerine tartışılırken, şu da bilinmelidir: Türkiye’dekine benzer genişlikte bir koğuş sistemi, batılı hiçbir emperyalist devlette yoktur. Hücre tipinde (en fazla 6–8 kişinin birlikte kaldığı hücrelerde) ceza ve tutukevleri “batılı demokrasinin” cezaevi “standardı”dır. Yani Türk faşist egemen sınıfları “modernleştirmeden”, “batı standartlarına yükselme”den vb. söz ederken, öykündükleri “batı”daki ceza ve tutukevi örnekleridir. Ancak, burjuva demokrasisinin tüm kısıntılara rağmen sürdüğü batılı emperyalist ülkelerle, Kuzey Kürdistan-Türkiye arasında belirleyici önemde bir fark vardır: Batılı emperyalist ülkelerde hücrelerde tek başlarına tecrit edilmiş tutsaklar açısından, işkence, ölüm vb. kural dışı iken; Kuzey Kürdistan-Türkiye zindanlarında işkence, tutsakların kaybedilmesi, katledilmesi vb. hiç de kuraldışı değildir. Ve bu 100’ün üstünde tutuklunun bir arada kaldığı koğuşlarda oluyorsa, tek –en fazla üç– kişilik hücrelerde tecrit edilmiş tutsaklar açısından iyice kural haline gelebilir! Bu yüzden devrimci tutsaklar açısından koğuş sisteminden hücre sistemine geçiş egemen sınıf sözcülerinin açıklamalarının tersine bir iyileştirme değil, kötüleştirme anlamına gelmektedir.]
Bilindiği gibi egemen sınıflar 1996 yılında da devrimci tutsakları hücre tipi cezaevlerine nakletmek için somut bir girişimde bulunmuş; ancak devrimci tutsaklar, dışarıda da oldukça büyük bir destek bulan ölüm orucu eylemiyle bu somut planı boşa çıkarmıştı. Bu mücadele o dönemde 12 devrimcinin ölüm orucu sonucu hayatını yitirmesi, onlarcasının sakat kalması pahasına, çok büyük bedeller ödenerek kazanılmıştı.
Egemen sınıflar açısından 1996’da bir geri adım atılması, onların hücre tipi cezaevlerine geçiş hedefinden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Onlar yalnızca bu adımı 1996 şartlarında ertelediklerini ilan ettiler. (O dönemde yapılan somut “anlaşma”nın değerlendirilmesi için bkz. Ek 1’deki yazı). 1996’da aslında F tipine bütünüyle geçiş için ne yeterli F tipi cezaevi, ne de yeterince hazırlanmış bir kamuoyu vardı. Ayrıca işbaşında bulunan DYP-RP hükümeti de 2000 yılındaki DSP-MHP-ANAP hükümetiyle karşılaştırıldığında oldukça zayıftı. Hele şimdinin tek başına hükümet konumundaki AKP hükümeti ile karşılaştırılamayacak zayıflıktaydı DYP-RP hükümeti. Ölüm orucu, o biçim ve genişlikte bir ilk eylem niteliği taşıyordu ve liberal kamuoyu yanında, DYP-RP hükümetini zayıflatmak ve devirmek yanlısı olan hemen tüm muhalefetin (bu arada CHP ve DSP’nin önemli bölümlerinin de) pasif (yer yer aktif) desteğini kazanmıştı. Bunların yanında, ölüm orucu eylemi hemen hemen tüm devrimci tutsakların ortak eylemi durumunda idi. Çok geniş bir eylem birliği sağlanmıştı. “İçeride” de kitlesellik açısından en büyük örgüt konumunda olan PKK, fiilen –kendi önceden başlattığı Süresiz Açlık Grevi ile– bu eylemin parçası durumunda idi. Bütün bu faktörler, 1996 eyleminin görece başarısında rol oynayan faktörler oldular.
1996’dan sonra egemen sınıflar, “ceza ve tutukevleri reformu” dedikleri şeyi hayata geçirebilmek için somut adımlar atmaya devam ettiler. Attıkları en önemli adım kuşkusuz F tipi cezaevleri inşasına hız vermek oldu. Bunun yanında her fırsat kullanılarak, hücre tipi cezaevlerine geçmenin gerekliliği konusunda kamuoyu yaratma çalışmaları hızlandırıldı.
2000 yılı ortalarından itibaren bu politika sonucu bir dizi F tipi cezaevi inşaatı tamamlanmış ve “hizmet”e hazır (!!!) hale gelmiş oldu. Şimdi egemen sınıflar açısından yapılması gereken kamuoyunda F tipine geçiş konusunda propagandayı yoğunlaştırmaktı. Bunun için iki şey yapıldı: Bir yandan kamuoyunu yapan medya ve kamuoyunu etkileyen kimi meslek kuruluşları temsilcileri ve kimi “tutuklu yakınları” için, açılmaya hazır F tiplerinin “ne kadar modern” ve “insani” olduğu konusunda ikna edilmek amacıyla, F tipi cezaevlerine geziler düzenlendi. Bunlar medya aracılığıyla tüm kamuoyuna da yansıtıldı. Diğer yandan öncelikle kimi çeteler “içeride” birbirlerine kırdırılarak, cezaevlerinde “devletin hâkim olmadığı”, cezaevlerine tutuklu ve hükümlülerin egemen olduğu, bunun taşınamaz bir durum olduğu düşünceleri medya aracılığıyla yoğun bir şekilde pompalandı. Özellikle Karagümrük Çetesi ile Alaattin Çakıcı çetesinin hesaplaşmaları bu iş için ustaca kullanıldı. Sıradan / normal vatandaşın “bu kadar olmaz” diyebileceği bir noktaya getirildi kamuoyu.
Bu dönemde bütün devrimci örgütler açısından artık F tipine geçiş konusunda devletin ciddi hazırlıklar içinde olduğu; ve zamanlama bağlamında da bu konuda somut adımların çok uzak olmayan bir dönem içinde atılacağı konusunda fikir birliği vardı. Aynı şekilde F tipine geçişin kazanılmış kimi hakların geri alınması, kimi avantajların –en başta da bir arada olma avantajının– kaybedilmesi anlamına geleceği, buna karşı direnmek gerektiği konusunda da fikir birliği vardı.
Devrimcilere karşı açık düşmanca tavır içinde olmayan kimi liberal çevreler, aydınlar vb. de F tipinin sosyal bir varlık olan insanın yalnızlaştırılması amacını, insanca olmayan bir tavır olarak değerlendiriyor, hümanist kaygılarla F tipi cezaevlerinin açılmasına karşı bir tavır koyuyordu veya en azından böyle bir tavra açık bir konumda duruyordu.
Ancak Ekim 2000 itibariyle, F tipi cezaevlerine karşı mücadele işçi ve emekçi yığınların mücadelelerinde önemli bir gündem oluşturmuyordu; bu noktada yürüyen kimi eylemler kitlesellik açısından devrimci örgütlerin yakın çevresi + tutuklu yakınlarının örgütlü bölümü + kimi aydın çevreler ile sınırlıydı. F tiplerine karşı “dışarıda” direniş henüz işin başında bulunuyordu.
Egemen sınıflar açısından, evet onların ilk planı Eylül 2000’de F tipine geçişi öngörüyordu. Ve onlar bu planı ilan da etmişlerdi. Fakat bu planın bu zamanlama ile hayata geçirilmesinin mümkün olmadığı, Ağustos ayında düzenlenen F tipi propaganda gezilerinde açıkça ortaya çıkmış; F tipine örnek olarak gösterilen Sincan cezaevinin bile henüz hazır olmadığı, biraz daha zamana ihtiyaç olduğu bizzat Adalet Bakanının ağzından teslim edilmek zorunda kalınmıştı. Kaldı ki, F tipine geçiş için hükümetin planı içinde bir başka unsur daha rol oynuyordu. Geçişin –özellikle devrimci tutukluların F tipine nakledilmesinin– çok fazla gürültü çıkarmadan gerçekleştirilmesi için de adı af yasası olmayan bir af yasasının çıkarılması, tutukluların önemli bir bölümünün salıverilmesi planlanmıştı.
Sonradan İçişleri Bakanının açıklamalarından ortaya çıkan resme göre, devrimcilerin F tipine nakledilmesi “operasyonu” şöyle planlanmıştı: Afla adli tutukluların önemli bir bölümü salıverilecek; devrimci tutukluların yoğun olarak bulundukları tutukevlerinde devrimcilerin bulunduğu koğuşlara komşu koğuşlar bütünüyle boşaltılıp buralara özel timler yerleştirilecek ve bu timler içerden ve dışarıdan koordineli bir hareketle devrimcilerin hesaplanan ve beklenen direnişini kısa zamanda kırıp onları F tipine nakledecekti.
Hükümetin evdeki planı zamanlama açısından yalnızca F tipi cezaevlerinin Eylül 2000’e kadar “açılmaya hazır” hale getirilmesi noktasında değil, aynı zamanda affın zamanlaması konusunda da çarşıya uymadı. Eylül 2000’e dek çıkarılması planlanan af yasası, önce mecliste yürüyen pazarlıkların uzaması nedeniyle, ardından da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosu nedeniyle çıkarılamadı. Bu ortamda hükümet açısından F tipine geçişin belli bir süre ertelenmesi (bu süre aylarla ifade edilebilir kısa bir süredir. Fakat yine de 5-6 aylık bir erteleme hükümet açısından kaçınılmaz bir duruma gelmişti. Bu aşamada hükümetin planı bu süreyi hazırlıklarını tamamlamak ve geçişin şartlarını daha da olgunlaştırmak için kullanmaktı.) istenmese de kaçınılmaz bir hale gelmişti.
– Egemen sınıflar açısından F tipine geçiş programlanmış, onlar açısından önlerindeki kısa süre içinde kesinlikle gerçekleştirilmek istenen bir hedeftir. Ancak hazırlıklar henüz tamamlanmış değildir. Geçişin 2001 birinci yarısı içinde gerçekleştirilmesi için şartlar olgunlaştırılmaya çalışılmaktadır.
– F tipine geçiş, özellikle devrimci tutsaklar açısından kazanılmış kimi hakların kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Buna karşı direnmek gerekli ve zorunludur.
– “Dışarıda” F tipine karşı direniş eylemleri henüz çok cılızdır, katılımlar devrimci örgütlerin en yakın çevresi, tutuklu yakınlarının örgütlü bölümü ve kimi aydınlarla sınırlıdır. İşçi ve emekçi yığınların hareketinde F tipine karşı mücadele önemli bir rol oynamamaktadır.
– 1996’daki ölüm orucundan değişik olarak, bu kez zindandaki “sol” tutukluların en önemli kesimini oluşturan PKK; devletle uzlaşma çizgisini rahatsız edecek bir eylem içinde olmayacağını açıkça ortaya koymuş durumdadır.
Böyle bir ortamda devrimciler/devrimci örgütler açısından yapılması gereken neydi?
Önce tüm devrimciler arasında, F tipine karşı ortak mücadeleyi temel alan bir eylem birliğinin sağlanması merkeze konmalıydı. Atılacak tüm adımlarda –anda F tipine karşı muhalefetin zayıflığının da bilincinde olarak– en azından devrimci güçlerin eylem birliğinin sağlanması çıkış noktası alınmalıydı.
Sağlanacak eylem birliği, F tipine karşı mücadelede, mücadelenin örgütlü devrimciler ile devlet arasında bir mücadele olarak yürüdüğü ve kaldığı sürece, başarı şansının olmadığının bilincinde, F tipi konusunda işçi ve emekçi hareketini aydınlatmayı, F tipine karşı mücadeleyi işçi hareketi ve emekçi hareketinin gündemi haline getirmeyi temel hedef olarak seçmeli, buna uygun bir eylem çizgisi izleme kararı almalı ve buna uygun adımlar atmalıydı.,
Buna paralel olarak “liberal” kesimler de, F tipine geçişin gerçekte tüm demokratik haklara, insan haklarına saldırının bir parçası olduğu bilincinde mümkün olduğunca harekete geçirilmeye çalışılmalıydı.
Bütün bunlar, bir yandan fazla zaman olmadığı ve fakat geçişin de hemen yarın olmayacağının bilincinde bir planlama içinde yapılmalıydı.
İçerideki” devrimci tutsakların eylem alan ve biçimlerinin “dışarıdaki”lere göre olağanüstü sınırlılığının bilincinde olarak, “içerideki”lerin eyleminin dışarıdaki eylemliliğin yerine geçirilemeyeceği; içeridekilerin eyleminin dışarıda yürüyen eylemliliğin bir parçası olarak ele alınması gerektiğinin bilincinde davranılmalıydı.
Ekim 2000 itibariyle yapılması gereken, tüm devrimci güçlerin eylemde birlik, ajitasyon-propagandada serbestlik ilkesi temelinde, çok somut bir talep etrafında, “Tecrit hapsine hayır” talebi etrafında güçlerini birleştirip güçlü bir kampanya başlatılmasıydı. (Burada bilinçli olarak karşı çıkılan şeyi “Tecrit hapsine hayır!” olarak adlandırıyoruz. Çünkü F tipinde karşı çıktığımız temel şey tutsakların tecrit edilmesidir. Bu F tipinde yapılabildiği gibi, ismi başka olan bir hapishanede de yapılabilir.)
Bu kampanyaya içeridekilerin ilk andaki katkısı, uzun süreli olarak planlanan, tüm devrimci örgütlerin katıldığı, dönüşümlü ve süresiz bir açlık grevinden önce, yine tüm devrimci örgütlerin katıldığı ve amacı birlikte tespit edilecek ortak taleplerin tanıtılması olan kısa süreli (örneğin 1 hafta / 10 gün vb.) ve fakat çok geniş katılımlı bir açlık grevinin başlatılması biçiminde olabilirdi.
İkinci adım olarak da dönüşümlü SAG planlanırdı. Bu süresiz açlık grevi, kitle katılımı sürekli artacak biçimde, sürekli genişleyen bir eylem olarak planlanıp uygulanabilirdi.
F tipine geçiş için atılacak her somut adıma karşı, içeride ve dışarıda topyekûn direnileceği –bunun nasılı konusunda fazla bir şey söylenmeden– ilan edilir ve buna hazırlanılırdı.
Bütün bunlar yapılmalıydı. Yapılamadı.
Bunun yerine DHKP-C ve TKP(ML), Sağmalcılar’da bulunan Cezaevleri Merkezi Koordinasyon ve Konseyi üyesi diğer devrimci örgütlere, ölüm orucu programlarını Ekim ayında yaşama geçireceklerini açıkladılar. 20 Ekim’den itibaren bu örgütler, diğer devrimci örgütlerin zamanlama ve eylem biçimi konusundaki itirazlarını hiçe sayarak SAG başlattıklarını ilan ettiler. TKİP de bu örgütlerden bağımsız olarak yaptığı bir açıklamayla 20 Ekim’de başlayan SAG eylemine kendisinin de katıldığını açıkladı.
(Görüşme süreci vb. konusunda TİKB’nin “Devrimci Parti ve Örgütlere” gönderdiği 25 Eylül 2000 tarihli mektubu ekte yayınlıyoruz. Bkz. Ek – 2.)
Bu bağlamda TİKB’nin durum konusunda değerlendirmeleri ve önerileri, esasta doğru bulup katıldığımız değerlendirme ve önerilerdir. Gerçekten de DHKP-C ve TKP(ML)’nin 20 Ekim’de başlattıkları ve en baştan ölüm orucuna dönüştürülmek üzere planlanmış SAG eylemi konusunda TKP(ML) ve DHKP-C’nin alıp diğer örgütlere “deklare ettiği” karar, TİKB’nin ekte yayınladığımız mektubunda yer alan değerlendirmesinde belirttiği gibi “fazlasıyla öznel ve isabetsiz tahmin ve değerlendirmelere dayanılarak alınmış aceleci, zamansız ve yanlış bir karar”dı.
Benzer değerlendirmeler bizzat açlık grevi süreci içinde Dev-Sol tarafından da yapıldı ve kamuoyuna da açıldı. Bkz. Devrimci Çözüm, sayı 12, Aralık 2000, s. 15)
DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP, “Tarihe yeni, onurlu sayfalar eklemeye devam edeceğiz. Bu inançla ve kararlılıkla, işbirlikçi uşak iktidarın hücre tipi hapishaneler temelinde tüm halka yönelik sürdürdüğü politik saldırıya karşı 20 Ekim tarihinden itibaren, belli bir süreden sonra Ölüm Orucu eylemine dönüştüreceğimiz, Süresiz Açlık Grevi direnişimize başlıyoruz” açıklamasıyla, eyleme başladıklarını duyurdular.
Eylemin talepleri olarak da şunlar sayılıyordu:
“TALEPLERİMİZ
1- Bugüne kadar yapımı süren F tipi hücre hapishaneleri
kapatılmalıdır.
2- 3713 sayılı Anti-Terör Yasası bütün sonuçlarıyla birlikte
kaldırılmalıdır.
3- Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıklarının ortak imzalarından
oluşan “Üçlü Protokol” iptal edilmelidir.
4- Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile verdiği cezalar bütün
sonuçlarıyla kaldırılmalıdır.
5- Hapishaneler, belli periyotlarla tutuklular, Tutuklu ve
Hükümlü Aileleri ile İnsan Hakları ihlalleri ile ilgili
demokratik kitle örgütlerinin atayacağı temsilcilerden oluşan
bir heyet tarafından denetlenmelidir. Bu denetim keyfiyete
bırakılmamalı, yasal güvence altına alınmalıdır.
6- 21 Eylül 1995 tarihinde Buca, 4 Ocak 1996 tarihinde Ümraniye,
24 Eylül 1996 tarihinde Diyarbakır, 26 Eylül 1999 tarihinde
Ulucanlar, 5 Temmuz 2000 tarihinde Burdur hapishanelerinde
onlarca arkadaşımızın katledilmesinden ve yaralanmasından
sorumlu olanlar, kamuoyuna açık bir şekilde hızla yargılanıp
cezalandırılmalıdırlar.
7- Çeşitli hastalıkları sabit olan 1996 Ölüm Orucu sonrası
rahatsızlıkları süren, çeşitli operasyonlarda yaralanan ve
tedavileri yapılmayan arkadaşlarımız derhal salıverilmelidir.
8- Değişik tarihlerde ve yerlerde göz altındayken bizlere
işkence yapanlar açığa çıkarılmalı, kamuoyuna açık şekilde hızla
yargılanıp cezalandırılmalıdır.
9- Halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesi önündeki tüm
antidemokratik yasalar iptal edilmeli, Kürtler ve diğer
azınlıklar üzerindeki baskılara son verilmelidir.”
Bu talepler sayıldıktan sonra direnişin “Bu talepler karşılanıncaya kadar sürdürüleceği” belirtiliyordu.
Böylece şimdi dört yıldır süren ölüm orucu eylemi, devrimci örgütler arasında bile geniş bir eylem birliği sağlanmadan, 3 devrimci örgütün eylemi olarak, “fazlasıyla öznel tahmin ve değerlendirmelere dayanan, aceleci ve zamansız” bir eylem biçiminde başlamış oldu.
Tabii ki bu talepler kendi başlarına ele alındığında doğru taleplerdi, tabii ki bu talepler için mücadele edilmeliydi, fakat bunun doğru yolu, üç örgütün öne çıkıp içeride ölüm orucuna yönelik SAG başlatması değildi. Eylem, aynı zamanda talep listesi ile de eylemi düzenleyenlerin siyasi yanlışlarına işaret ediyordu. Tabii ki talepler doğruydu. Fakat talepler içinde sayılanların bir bölümü, gerçekten bu sistem içinde de, yeterli kamuoyu ve mücadele olması halinde, gerçekleşebilir taleplerken; bir bölümü ancak devrimle gerçekleşir taleplerdi. Ve bunlar hiçbir ayrım yapılmadan alt alta sayılıyor ve “bu talepler karşılanıncaya kadar direnişin” süreceği bildiriliyordu. Direniş denilenin içeridekiler açısından en üst biçiminin “ölüm orucu” olduğu bilindiğinde ve söylenenler ciddiye alındığında ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP tutsakları, örneğin “Halkların demokrasi, özgürlük mücadelesi önündeki tüm antidemokratik yasalar iptal edilmezse, Kürtler ve diğer azınlıklar üzerindeki baskılara son verilmezse”, yani Türkiye’de demokratik devrim gerçekleşmez, işçi-köylü iktidarı kurulmazsa –ki bu talep ancak böyle bir durumda gerçekleşebilir– direnişe devam edeceklerdi! Bu esasında, anda Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki durum ve andaki güç dengeleri biraz gerçekçi değerlendirildiğinde –ve “bu talepler karşılanıncaya kadar” direniş iddiası ciddiye alındığında– DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP tutsaklarının ölüm orucu sonucu ölmeyi veya sakat kalmayı eylemin hedefleri içinde gördüklerinin ilanı anlamına gelir. Biz bu taleplerin böyle düşünülerek formüle edildiğini düşünmüyoruz. Yine ajitasyon adına, üzerinde fazla düşünülmeden yazılmış bir açıklama olarak görüyoruz yapılanı. Fakat siyasi olarak yapılanın doğru olmadığı ortadadır. Bu bağlamda doğru tavır, reform talepleri ile, devrim talebinin ayrılması, reform taleplerini elde etmek için yürütülen somut mücadelede, bu taleplerin elde edilmesi halinde bile esas sorunun bir bütün olarak düzenin değişmesi olduğu, bunun devrim sorunu olduğunu bilince çıkaran açıklamalarla bu reform taleplerinin savunulmasıdır.
Sonuç olarak, gerçek durumun doğru değerlendirilmesi temeline oturmayan, aşırı sübjektif değerlendirmeler temeline dayandırılan, zamanlaması yanlış olan, devrimcilerin eylem birliği sağlanmadan, ilk anda somut durumda yanlış bir eylem biçimi ile ve taleplerinde de devrim-reform taleplerini birbirine karıştıran bir tavırla başlayan bu eylemde devrimci örgütlerin büyük çoğunluğu yer almadı ve fakat eylem başladıktan sonra, eylemin haklı taleplerini desteklemek için, eylemcileri devlete karşı yalnız bırakmamak ve eylemi zayıflatmamak kaygıları ile eylemcilerle dayanışma içine girdiler.
Eylemi zayıflatır kaygısıyla, eylem biçimine, eylemin zamanlamasına vb. yönelik hiçbir yıpratıcı tartışmaya girilmedi. Eylemi tanıtmak için, eyleme destek sağlamak için tüm devrimci örgütler canla başla çalıştılar. Bu kuşkusuz olumlu bir gelişme, olumlu bir tavırdı.
Fakat başta eylemi yürüten gruplar olmak üzere, tüm devrimci grupların çabaları eylemin başlarında, eylemi destekleyenlerin sınırlarını genişletmeye yetmedi. Devrimci örgütlerin en yakın çevresi + tutsak yakınlarının örgütlü kesimi + çok az sayıda aydın desteği çerçevesinde kaldı eyleme destek. Fakat bu öncelikle eylemi yürüten üç örgütün daha gerçekçi değerlendirmeler yapmasına yol açmadı. Bunlar gerçekle ilgisi olmayan bir biçimde, eylem taleplerine halkın sahip çıktığı vb. değerlendirmeler yapıp zafere yürüdüklerini bıkıp usanmadan ve hep artan perdede tekrarladılar.
SAG’nin 30. gününde 19 Kasım’da üçlü eylemci gruptan yeni bir açıklama geldi.
Bu açıklamada şöyle deniyordu:
“Kamuoyuna
Ümraniye, Bursa, Çankırı, Aydın hapishanelerinde kalmakta olan bizler, 20 Ekim 2000 tarihinden itibaren değişik hapishanelerde başlattığımız açlık grevi eylemimizi, daha önce kamuoyuna ilan ettiğimiz taleplerimiz karşılanmadığı için, 19 Kasım 2000 tarihinden itibaren ÖLÜM ORUCU eylemine dönüştürdük. Taleplerimiz karşılanıncaya kadar Ölüm Orucu direnişimizi aynı kararlılıkla sürdüreceğiz.”
Bu açıklamadan sonra “Ölüm orucu eyleminin talepleri” sıralanıyordu. Bu talepler 20 Ekim’de başlatılan SAG eyleminin taleplerinin tekrarıydı.
(Yalnızca yargılanma ve cezalandırma taleplerinden, cezalandırılma talebi düşürülmüştü. Yani ölüm orucunda yargılanma ve cezalandırılma değil, yalnızca yargılanma talep edilmekle yetiniliyordu. Bunun yanında bir de, DGM’lerin kapatılması talebiyle birlikte getirilmiş olan “verdiği cezalar bütün sonuçlarıyla kaldırılmalıdır” talebi de silinmişti. Şimdi yalnızca “DGM’lerin kapatılması” talebiyle yetiniliyordu. Biz bu taleplerin, eylem talepleri olarak bilinçli olarak mı talep olmaktan çıkarıldığını, öyle ise hangi tartışmalar temelinde çıkarıldığını, vb. bilmiyoruz. Her halükârda ölüm orucunun ilan edilen taleplerinde, SAG’nin talepleriyle karşılaştırıldığında, iki noktada taleplerin azaltılması sözkonusudur. Ve bunun neden, nasıl yapıldığı konusunda eylemci örgütlerin hiçbirinin yaptığı bir açıklama da olmamıştır. Biz bu sessizlikle dönüştürme tavrını bütünüyle yanlış buluyoruz.)
Bunun yanında reform talepleri ile devrim taleplerinin iç içe, aynı düzeyde savunulması durumu korunmaktadır. Ve örneğin yine; “Halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesi önündeki tüm antidemokratik yasalar iptal edilmeli, baskılara son verilmelidir” talebi (burada da Kürtler ve diğer azınlıklar sözcükleri silinerek!!! Bu da yine hiçbir açıklama yapılmadan yapılıyor) yine, “karşılanıncaya kadar ölüm orucu direnişini sürdürecek” olan eylem taleplerinden biri olarak korunmaktadır!
Çeşitli hapishanelerden DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP davası tutukluları adına ismen imzalı olarak yayınlanan bu açıklamada “Bizler bu talepler için bedenlerimizi ölüme yatırdık; bu uğurda ölecek ama hücrelere girmeyeceğiz” (Bkz. Özgür Politika, 19 Kasım 2000, s. 7) denmektedir.
Eylemin temel hedefi aslında başlangıcından itibaren, hücrelerin reddi, hücrelere girmenin reddidir. “Hücrelere girmeyeceğiz” haklı olarak bu eylemin temel şiarıdır.
Fakat bunun yanında daha bir dizi –bu arada devrim talebi de– eylem talebi olarak sayılmakta, sonuçta ortaya –bugünkü güçler dengesinde–, ciddiye alındığında, her halde sonuçta bilinçli olarak ölüme götürecek bir talepler manzumesi çıkmaktadır. Yani yanlış başlanan eylem, yanlış bir biçimde sürmektedir.
Eylemin ölüm orucuna dönüştürülmesi ve eylemcilerin kararlılığı, ölüm oruççuları ölüm sınırına yaklaştığı ölçüde, eyleme dışarıda ilgi ve desteğin, öncesine oranla artması sonucunu verdi. Dışarıda destek/dayanışma eylemlerinin sayısı ve eylemlere katılanların sayısı arttı. Eylemi, başlangıçta sansasyonel haber değeri olmadığı için de uzun süre suskunlukla geçiştiren görsel medya, ölümlerin kapıya geldiği ve dışarıda desteğin gözle görülür bir şekilde arttığı noktada, ölüm oruçlarıyla daha yakından ilgilenmeye başladı.
Bunun yanında soruna “çocuklar ölmesin”, “ölüm olmasın”, “ölümler olmadan çözüm bulunsun” hümanist anlayışıyla yaklaşan kimi aydınların hareketliliği de arttı. İHD gibi, Barolar Birliği gibi kuruluşlar devreye girerek “arabuluculuk” yapmaya çalıştılar. Bütün bunlar olumlu gelişmelerdi.
Bu arada devrimci cephede de önemli bir gelişme yaşanıyordu. Ölüm orucu eyleminin zamanlaması konusundaki ayrılıklar sonucu olarak Direniş Hareketi, Devrimci Yol, MLKP, THKP-C/MLSPB, TDP, TİKB, TKEP/L, TKP/ML ve TKP Kıvılcım’dan tutsaklar adına hazırlanan 21 Ekim 2000 tarihli ortak bir açıklama kamuoyuna açılmıştı.
Bu açıklamada açıklamayı yapanlar
“Yeri ve zamanı geldiğinde SAG-Ölüm Orucu’ndan fiili eylemlere kadar her türlü eylem biçimine başvurmakta tereddüt etmeyeceğiz” diyorlar, diğer yandan başarının temeli olarak kitle desteğine vurgu yapıp şunları açıklıyorlardı:
“Hücreleri ve hücre sistemini hiçbir koşul altında kabul etmeyeceğiz, buna karşı direnişimizi her durum ve koşulda sonuna kadar sürdüreceğiz. Bu amaçla tek bir cezaevine yapılan saldırıyı tüm cezaevlerine ve hepimize yapılmış kabul edeceğiz. Aynı şekilde yeni yakalanan hiçbir devrimci tutsağın hücre tipi cezaevlerine kapatılmasına seyirci kalmayacağız.
Bizler kendi cephemizden her türlü bedeli ödemeye hazır ve kararlıyız. Bu bedellerin asgariye indirilmesi, demokratik güçlerin ve emekçi sınıfların, bizim tamamen haklı ve meşru taleplerimizi sahiplenerek eylemli bir tarzda yanımızda yer almalarına bağlıdır.” (Özgür Gelecek, 27 Ekim/9 Kasım 2000 tarihli 26. sayısı, sayfa 7)
Açıklamada 21 Ekim’de 3 devrimci örgütün başlattığı ve ölüm orucuna dönüştüreceğini en baştan açıkladığı SAG dolaylı olarak “yeri zamanı gelmemiş” bir eylem olarak değerlendiriliyordu. Ve bu değerlendirme, bu değerlendirmeden çıkarılan sonuçlar da –“F tipleri kapatılsın” talebinin emekçi kitle hareketinin talebi haline getirilmesi için daha fazla çalışmak– doğru idi.
Üç örgütün diğer örgütlerin eleştiri ve önerilerine rağmen SAG eylemine başlayarak bir fiili durum yaratması, bir ay sonra eylemin ölüm orucuna dönüştürülmesi, Aralık ayının başlarında artık ölümlerin beklendiği bir ortamda dışarıda da desteğin gözle görülür ölçüde artması, 20 Ekim’de SAG’yi “yersiz ve zamansız” bulan örgütlerde bir tavır değişikliğine yol açtı.
21 Ekim açıklamasını yapan örgütlerden tutsaklar (TKEP/L kendini bu aşamada bu gruptan ayırdı) 10 Aralık 2000’den itibaren SAG’ye başladıklarını açıkladılar. Bu üç örgüt tarafından başlatılan SAG eyleminin genişleyerek sürmesi; üç örgütün yürüttüğü ölüm orucu eylemine, 8 örgütten daha destek gelmesi demekti. Bu kuşkusuz egemen sınıfların işine gelmeyen ve onları zora sokan bir durumdu. Zamanlama açısından yeni SAG ilanının dışarıda da desteğin arttığı bir döneme rastlatılması dışarıdaki harekete de ivme sağlayabilirdi.
Görünen eyleme desteğin hissedilir derecede arttığı gerçeği idi.
Fakat bu ne kadar gerçekse, doğru bir değerlendirme yapıldığında, şu da o kadar gerçekti: Eylemle dayanışma eylemlerinin en uç noktalarına dayandığı ölüm orucunun 50–55’inci günleri arasındaki dönemde bile, işçi ve emekçi kitlelerinin geneli açısından, F tipi hücre cezaevlerine karşı mücadele, gündemin birinci sırasına oturan bir mücadele olmadı. Çeper biraz daha genişlemiş olsa da, bazı işçi emekçi eylemlerinde ölüm oruççularının talepleri eylemler içine taşınmış olsa da, eyleme destek örgütlerin yakın çevresi + tutuklu yakınlarının örgütlü kesimi + kimi aydınlarla sınırlı kaldı. Bu noktada artık bu güçlerle F tipi konusunda temel talep olan “F tipi cezaevleri açılmasın” talebinin gerçekleştirilme imkânı olmadığı, kısa sürede bu talebin işçi-emekçi kitlelerinin talebi haline getirilme imkânının olmadığı, eylemin “bu talepler karşılanıncaya dek sürdürülmesi”nin, gerçekte ölüm orucu eylemi içinde olanların bir somut sonuç elde etmeksizin –sadece devrimci kararlılığı, teslim olunmayacağını göstermek için– ölmesi anlamına geleceği net olarak ortaya çıkmıştı.
2000 Aralık ayında bu somut durumda eylemciler açısından yapılması gereken, özellikle “arabulucular” aracılığıyla yapılan görüşmelerde, belirli tavizler alındıktan sonra (hükümetin F tipine geçişte ısrarlı olduğu, bu noktada uzlaşmaya hazır olmadığı ve fakat diğer bir dizi konuda, kendi hesaplarına da geldiği için, belirli tavizler verebileceği, aslında dışarıda desteği artma eğilimi görülen ölüm orucunu durdurmak istediği açıkça ortaya çıkmıştı) ölüm orucu eyleminin şimdilik durdurulması, daha güçlü ve geniş eylemler için bir adım geri atılmasıydı.
Böyle bir adımla, hem belirli tavizler alındığı noktada, hakların ancak mücadeleyle kazanılabileceği ve kararlı mücadeleyle belirli hakların kazanıldığı gösterilmiş olur; devlet güçlerine belirli geri adımlar attırmanın mücadeleyle mümkün olduğu gösterilmiş, eylem (yarım da olsa) bir “zafer”le ve doğrudan devrimci örgütlerin, eylemcilerin inisiyatifleri ile sonuçlandırılmış olur; hem de ölmeye hazır olduklarını gösteren bir dizi devrimci, daha ilerideki mücadeleler için anda ateş hattından çekilmiş olurdu. “Ölüm”ün devrimciler açısından bir amaç olmadığı, fakat Türkiye’de en basit hakların kazanılması için bile can bedeli bir mücadelenin göze alınmasının zorunlu olduğu gösterilir, Türkiye’deki faşizmin yüzü bir kez daha teşhir edilmiş olurdu.
Kuşkusuz soluklanmak ve cepheyi genişletmek, bu arada en ön saflardaki devrimcileri ölümün elinden almak için atılacak böyle bir “geri” adım, eylem ilan edilen esas hedefine (F tiplerinin kapatılması) tam ulaşmadığı için ve devrimci ölüm oruççularından kimse de ölmeden atılacağı için, gerek örgütlerin kendi içinde, gerek örgütler arasında “ölümden korktular, onun için geri adım attılar” demagojilerinin yapılmasına, egemen sınıfların da “zaten niyetleri yoktu, blöf yaptılar” demagoji ve propagandalarına fırsat da sunabilirdi. Fakat kendi kadroları ve devrim konusunda ciddi ve sorumlu olan örgütler açısından bu gibi “sakıncalar” göze alınabilirdi, alınmalıydı. Kaldı ki, üç örgütün SAG ve ölüm orucu eylemine Ekim’de başlamasını doğru bulmayan örgütler, pratik tavırlarıyla böyle bir kaygıyı haklı çıkartacak bir konumda olmadığı gibi, örgütlerin kendi içinde ve aralarındaki olası demagojiler bağlamında, böyle bir adım atılmadan önce gerek örgütlerin kendi içlerinde gerekse aralarında tartışmaları, böyle bir kararın mümkün olduğunca geniş bir tabana oturtulması imkânı vardı.
Fakat böyle olmadı, “Öleceğiz, F tipine girmeyeceğiz” şeklinde ifade edilen, “F tipi ölümdür” şiarlarıyla tamamlanan yanlış anlayışlarla, (bunlara yanlış diyoruz, çünkü önce içinde bulunulan anda genelde toplumsal muhalefetin, özelde de F tiplerine karşı olan toplumsal muhalefetin boyutları gerçekçi olarak değerlendirildiğinde, F tiplerinin gelişini bütünüyle engellemenin mümkün olmadığı görülüyordu, bunun mümkün olmadığı çok açık ortaya çıkmış durumdaydı, durumdadır. Bu yüzden bir bütün olarak F tipine karşı mücadelenin, “ölürüz, girmeyiz” biçiminde ifade edilmesi yanlıştı. Kuşkusuz bu bir kararlılığın ifadesi olarak ajitasyonda kullanılabilir bir şiar olabilirdi. Fakat gerçek anlamda bir eylem şiarı, gerçek alternatiflerin belirlenmesi olarak konduğu noktada ve eylemin en temel şiarı olduğu noktada bu yanlıştı. F tipi cezaevlerinin “ölüm” olarak değerlendirilmesi de esasında bu anlayışın tamamlayıcısı idi. Böyle bir değerlendirme, kazanılmış hakların ölümüne savunulmasına çağrı olduğu noktada kuşkusuz anlaşılırdı, fakat böyle bir değerlendirmenin bir başka yönü daha vardı: O da devrimcilerin tek başlarına da kalsalar, en ağır tecrit şartlarında devrimci tavırlarını sürdürecekleri anlayışı, “F tipi ölümdür” içinde yok olup gidiyor; devrimciler “F tipini” ölüm olarak görmeye şartlanıyordu. Kuşkusuz F tipi gerçekten “ölüm” ise, o zaman, hayatına kendi eliyle, F tipine girmeden son vermek de bir alternatifti.) bir anlamda ölüme de kilitlenmiş eylemci örgütler sanki F tipini açtırmayacak veya kapattıracak bir toplumsal muhalefet varmış gibi, bunun olmadığı yerde cezaevlerinde ölümlerle bu muhalefet yaratılabilirmiş gibi bir tavır içine girdiler.
Bu dönemde başta eylemci örgütler olmak üzere, bir dizi devrimci örgüt, F tipi cezaevlerine karşı yürüyen eylemlerin görece artışını olağanüstü abartılı bir şekilde değerlendirme yanlışı içine girdiler.
“Yaşadığımız Vatan” dergisinin egemen sınıfların devrimci tutsaklara karşı giriştiği katliam operasyonundan bir gün önce, 18 Aralık 2000 tarihinde çıkan 69. sayısında:
“Ölüm orucu direnişi kamuoyu üzerinde büyük bir etki yaratmış, geniş kesimlerin sempatisini ve desteğini kazanmıştır” (agd, s. 4) tespiti yapılıyordu.
Aynı yazıda şunlar da deniyordu:
“Kitleler tutsakların direnişini sahiplenmişlerdir. Tutsakların kendilerine dayatılan teslimiyete karşı kararlı direnişi, canlarını ortaya koymaları, taleplerinin haklılığı ve meşruluğu kamuoyunda yankısını bulmuştur.”
Aynı dergide başyazı; “Tarih ‘öleceğiz ama faşizmin teslimiyetini kabul etmeyeceğiz’ diyenlerin zaferini yazacaktır” başlığını taşıyordu. Bu yazıda şu değerlendirmeler yapılıyordu:
“Yine bu haftaki gelişmeler, direnişin, ölüme yatanların gücünü de herkesin gözünde daha netleştirmiştir. ‘Devletin eli ayağına bulaştı’, ‘devlet çaresizlik sergiliyor’ gibi değerlendirmelere rastlanıyor medyada.
Görünen budur. Ama görünenin bir tarafı eksiktir.
Daha düne kadar, memurları, yüz binlerle alanlara çıkmasına rağmen kale almayan, konfederasyon başkanları karşısında tehditler yağdıran, asarız keseriz diyenleri bu noktaya getiren direnişin gücüdür…
Ölüm orucu demokrasiyi savunanlara umut ve cüret kazandırmıştır. Ölüm orucunun onlarca hapishanede, yüzlerce savaşçıyı kucaklayacak tarzda gelişmesi, 1984 ve 1996 direnişlerinin yarattığı mirasla birlikte halkın geniş kesimlerini etkilemiştir.
Kısa sürede, hemen HİÇ KİMSENİN BEKLEMEDİĞİ GENİŞLİKTE VE YOĞUNLUKTA DEMOKRATİK BİR MUHALEFET HAREKETİ ÇIKMIŞTIR ORTAYA.” (bhby)
Aynı yazıda;
“Oligarşi öyle bir kriz içindedir ki, düzen partileri arasında bile ikinci bir hükümet çıkarma alternatifi yoktur. Tam bir açmaz içindedir” tahlilleri de (!) yer alıyor, yazı şöyle bitiyordu:
“İktidarın terörü, demagojisi ölmeyi göze almış yüzlerce ölüm orucu gönüllüsünün kararlılığı karşısında, belirleyici olamazdı, olamamıştır.
Tarih öleceğiz ama faşizmin teslimiyetini kabul etmeyeceğiz diyenlerin zaferini yazacaktır.” (agd, sf. 3-4)
Bu satırlar yazıldığı sırada, hakkında “eli ayağına bulaştığı” tespiti yapılan devlet, tüm kurumlarıyla gayet bilinçli ve planlı bir katliamın arifesindedir. Hiç kimsenin beklemediği yaygınlıkta ve genişlikte olduğu söylenen demokratik muhalefet hareketi ise, gerçekte devrimci örgütlerin en yakın çevresi + tutsak yakınlarının örgütlü kesimi + kimi aydınlarla sınırlıdır. Bu kimi aydınların da desteğinde artık bir geri çekilme sözkonusudur. Açmaz içinde olduğu tespit edilen, ikinci bir hükümet çıkaramaz tespiti yapılan oligarşi, var olan hükümetle işleri –kendi istedikleri doğrultuda– gayet iyi yürütmektedir. Var olan hükümete de gerekli olduğu zaman bu meclis içinden de alternatif çıkarabilecek imkâna sahiptir! Burada yapılan siyasi değerlendirmelerin gerçekle ilgisi yoktur. Vatan kendi kafasında düşlediğini, olması istediğini, varmış, olmuş, öyleymiş gibi görüp gösteriyor!
Aynı dönemde, yani devletin katliam hazırlıklarını somut olarak gündemleştirdiği dönemde çıkan 22. sayısında, Devrimci Demokrasi dergisi (16-31 Aralık 2000 tarihli sayısı), “Kızıl Bantlı direnişçilerin kararlılığı Zaferin finalini muştuluyor” başlığıyla çıkıyor.
“Devrimci Demokrasi’den” başlıklı yazıda ölüm orucu sonucu; “Kitleler üzerine serpilmek istenen ölü toprağı dağıtılmıştır, devrimci irade ve kararlılığın nelere kadir olduğu bir kez daha ülke ve dünya kamuoyuna ispatlanmıştır” tespiti yapılıyor. Burada ölüm orucu ile kitle eyleminde büyük bir atılım yaşanmış gibi gerçekle ilgisi olmayan bir tespit yapılmaktadır.
Bu ve bunun gibi tespitler fakat halkın gerçeği olmasa da Devrimci Demokrasi’nin gerçeği! Bir dizi yazıda bu tespitler tekrarlanıyor.
İşte birkaç örnek:
“Ancak şunu iyi görmek gerekir, gerek içerde, gerek dışarıda kitleler, iyi bir ivme yakalamış, dünya devrimci ve demokrat kamuoyunu da arkasına alarak karşı-devrim güçlerinde çatlaklar ve gedikler aça aça kazanma noktasına gelmiştir.” (“Devrimci Bakış” başlıklı yazıdan)
Burada hiç ayrımsız “kitleler”in kazanma noktasına geldiği; yine hiç ayrımsız bu kitlelerin “dünya devrimci ve demokratik kamuoyunu arkasına aldığı” tespitleri yapılıyor! Bu tespitlerin gerçek durumla bir ilgisi yok. Önce kitlelerin büyük çoğunluğu, bırakalım kazanma noktasına gelmeyi, F tipi mücadelesine ilgisiz! İkinci olarak Kuzey Kürdistan-Türkiye’deki F tipi mücadelesine “dünya devrimci ve demokratik kamuoyunun” verdiği destek de neredeyse yok denecek gibi bir destek. Kuzey Kürdistan-Türkiyelilerin doğrudan eylem koymadığı tek ülkede, Türkiye’deki F tipine karşı mücadeleyi destekleme için yapılan tek eylem yok. Kuzey Kürdistan-Türkiyelilerin yurtdışında yaptıkları eylemlere “yabancı!” katılımı ve destek de olağanüstü sınırlı!
Gerçek durum bu! Devrimci Demokrasi’nin gerçeği ise başka: Kafasındaki hayal! İşte bir başka yazıdan, bir başka alıntı:
“Direniş gelinen aşamada siyasi, ideolojik ve örgütsel zaferini elde etmiş durumdadır. Geriye kalan direnişin hedefindeki demokratik ve siyasi taleplerin (Ne demekse artık! /BN) devlet tarafından kabul edilerek, bir anlaşmayı kamuoyuna deklare edilmesidir. İdeolojik, siyasi ve örgütsel bakımdan maddi bir güç haline dönüşmüştür yürüyüşümüz. Dolayısıyla şu an beklenilen, direnişin hedefindeki taleplerin elde edildiğine dair ülke ve dünya halklarına duyuruyu yapacak anlaşmanın sağlanmasıdır. BU DA UZAK DEĞİL. (bhby). Bu konudaki kararlılık ve ısrarcılık devletin oynamak istediği tüm oyunları bozmaya yetecek güçtedir.” (“Zaferin zirvesi yakın” başlıklı yazıdan)
Zafer değil, zaferin zirvesi… Aşağısı kurtarmıyor! Bunun için “yeterli kararlılığa ve ısrarcılığa sahip” olunması belirleyici olan! Gerisi kolay! Gerçeklerden kopmuşluğun, kendi kafasındaki hayalleri gerçek yerine koymanın bu kadarı az bulunur, ama bulunuyor işte. Egemenlerin saldırısı kapıda! Onların sözcülerinin artık pazarlık etmeyeceklerini, ölümlerin sorumluluğunun devrimcilerde olacağını açıkladıkları, tüm medyaya sansür koydukları, zindanları resmen ablukaya aldıkları bir ortamda Devrimci Demokrasi devletin yakında talepleri kabul ettiğini bildiren bir anlaşma yapacağını anlatıyor. Büyük bir olasılıkla inanıyor da bu anlattıklarının doğru olduğuna! Nasıl olur demeyin. Oluyor.
Aynı sayıda “F tipine karşı öfke kitleselleşiyor” başlıklı yazıda, bu bağlamda son dönemde olan hemen tüm eylemlerin bir dökümü yapılıyor. Bütün eylemlerin tümü alınıp bir toplama yapıldığında, ülke çapında “kitleselleştiği” tespit edilen eylemlerin tümüne katılanların toplam sayısının ancak binlerle ifade edilebildiğini, eylemlerin çoğunluğuna “kitlesel katılım”ın(!) 30-50 civarında kişiyle sınırlı olduğunu; polisin eylemlere azgınca saldırıp eylemcileri dağıttığını, gözaltına aldığını vb. görüyoruz. Eylemlere katılan “kitle” kesinlikle örgütlerin en yakın çevresi + örgütlü tutsak yakınları + kimi aydınlar/insan hakları kuruluşları temsilcileri çerçevesini aşmıyor! Eylemlerin çoğu “basın açıklaması eylemleri” vb.
Aynı sayının “Öncü Kadın” başlıklı köşe yazısında Rojda Demir’in yazısı “Ölüm orucu direnişi kazanıyor” başlığını taşıyor. Ama Rojda’ya kazanmak ve zafer yetmiyor. Zafer ona göre “şehitlerle taçlanacaktır”. Şöyle diyor:
“Belki bu yazıyı okuduğunuzda zafer, kanatlanan kızıl bantlarda söylüyor olacak türkülerini. Henüz vakit varken… demeyeceğiz. Zafer şehitlerle taçlanacaktır. Eylem vaktidir. Şehitlerimizin cenazelerini henüz başında sayıldığımız zorlu uzun kavga günlerinin tarihsel eşiğinde, halk hareketliliğinin birleşmiş, örgütlenmiş, öncüsüyle bütünleşmiş ve silahlanmış olacağı günlerin yakın olduğunun coşkusu ve o günleri hızlandırmanın militan sabırsızlığıyla kaldıracağız. Onların tarihsel emri budur. Onların kızıl bantlarında direnen halkın iradesi budur. (Onların kızıl bantlarında direndiği söylenen halkın andaki gerçek iradesinin bugünkü sistemin dayanağı olduğu bir kenara bırakılırsa, halk iradesi adına konuşanların, kendi iradelerini halk iradesi olarak adlandırdıkları bir kenara bırakılırsa… öyledir!!! /BN) Zafer halaylarıyla, intikam yeminleriyle, bayraklarla, iktidar haykırışlarıyla uğurlanacaktır şehitlerimiz. (Ortada henüz bu eylemle ilintili şehitlerimiz yok! Fakat onları nasıl kaldıracağımızın hesaplarını yapıyoruz. /BN)
Şehitlere son sözümüz, devrim yemini olmalıdır! Ölümle nişanlandıkları ve hücre hücre ördükleri bu sürecin (Dikkat edilsin: Talepleri elde etme süreci değil, şehit olma süreci burada sözü edilen, eylemle hücre hücre şehit olma sürecinin örüldüğü anlatılıyor. Tabii eğer yazar ne söylediğinin farkında ise! /BN) ardından cenazeleri, bayraklarını ve silahlarını devraldığımız zafer düğünümüz olmalıdır. Şehitlerimizin (Henüz şehit olmamış, olacak olan şehitlerimizin! /BN) vasiyeti budur. Bu vasiyet, halk iktidarının kale burçlarına kızıl bayrakları dikene dek yaşam ve savaş gerekçemiz olacaktır. Gün bugündür. Tarih kanla yazılıyor. Tarihi halk yazıyor. (Burada sözkonusu olan halk adına konuşulması… Halkın anda yazdığı tarih bu değil ne yazık ki! /BN) Ölüme tilili çekmenin vaktidir.”
Burada kendini halk yerine koymanın ve kendi kafasında yarattığı şatoları, gerçek yerine koymanın ilginç bir örneğiyle karşı karşıyayız. İşin “ölüm”, “şehitlik” vb. üzerine söylenen kesimiyle ilgili olarak söylenenler üzerinde ileride duracağız.
SAG’nin ölüm orucuna dönüştürüldüğü tarihte, Kızıl Bayrak’ın 18 Kasım 2000 tarihli sayısının başyazısının başlığı “Faşist rejim devrimci irade karşısında yenilmeye mahkûmdur” biçiminde. Genelde Vatan ve Devrimci Demokrasi’ye göre daha az “öncü devrimci”, daha doğrusu temsiliyetçi devrimci (devrimi halk adına örgüt/ler yapacak. Halkın rolü en iyi halde destekçilik!) bir çizginin savunucusu olan Kızıl Bayrak da, ölüm orucu bağlamında, diğerlerinin kuyruğunda hareket edip abartma ile birbirine karıştırdıkları ajitasyon konusunda diğerlerinden geri kalmama çabası içinde görünüyor. Onlar da 18 Kasım 2000’de ilan ediyorlar:
“Sistem ne denli planlı, programlı ve kararlı yüklenirse yüklensin, devrimci irade karşısında gericiliğin, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun temsilciliğini yaptığı sürece, yenilmeye mahkûmdur.”
Burada felsefi bir tartışma yürütülmüyor. Uzun erimli olarak ne olacağı vb. tartışması da değil yapılan. Güncel durumun –bir eylem bağlamında– siyasi değerlendirmesi yapılıyor. Ve bu değerlendirme kendi kendine ajitasyon çekmekten –Yeneceğiz, çünkü haklıyız!! Sistem “çürümüşlüğün temsilciliğini yapıyor” vb.!– başka bir işe yaramıyor!
21 Ekim’de yaptıkları açıklamada haklı ve doğru olarak SAG ve ölüm orucu eylemini “yersiz ve zamansız” bulan örgütler daha bu açıklamalarında gerçek durumu olduğundan daha olumlu değerlendiriyor ve şöyle diyorlardı:
“Bugün bu konuda bizler için çok değerli bir sahiplenme ve duyarlılık ortaya çıkmıştır. Her zaman yanımızda bulduğumuz ailelerimizin ve yakınlarımızın yanı sıra demokratik güçler, işçi ve memur sendikaları, barolar, tabip odaları ve diğer meslek odaları, aydın ve sanatçı girişimleri, üniversite ve semtlerdeki gençlik tarafından verilen mücadele daha bugünden faşist devlete bu konuda belirgin geri adımlar attırmıştır.” (Özgür Gelecek, sayı 26, sayfa 7)
Her ne kadar bu tespitlerin ardından, “Fakat asıl hedeflenen sonuca ulaşılması için daha alınması gereken yol, yapılması gerekenler vardır” dense de, yapılan durum tespitinin sübjektif, desteği abartan bir tespit olduğu açıktır.
10 Aralık’ta artık SAG eylemini başlattıklarını açıklayan örgütler açısından bu pratik adım, artık SAG ve ölüm orucu gibi –içeridekiler açısından en uçtaki eylem biçimlerine– geçmenin “zamanı ve yeri” geldiğinin açıklanmasıdır aynı zamanda.
Bu bağlamda SAG eylemini başlatanların neden iki ay önce değil de şimdi sorusuna verdikleri ikna edici bir cevap yoktur. Her halükârda fakat bu kesim 10 Aralık’ta SAG ve ölüm orucu eylemini iki ay kadar önce başlatan üç örgütün yanına gelmiştir. SAG kararı alındığında bu örgütler açısından da durum özde DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP’in değerlendirdiğinden farklı değerlendirilmemekte, yığınların F tipi kapatılsın talebini sahiplenme derecesi abartılmakta, bu talebin gerisinde bir talepte “uzlaşma” reddedilmektedir.
Bunlar yazıldığı ve yayınlandığı, bu tavırlar takınıldığı sırada aslında devrimci tutsaklar açısından, ölüm orucu eylemini “şehit vermeden” ve yarım da olsa bir zaferle, göğsünü gere gere ve haklı olarak “egemen sınıflara geri adım attırdık” diyecek bir biçimde kapamak mümkündü. Devletin dolaylı yollardan içerideki tutsak temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde, devlet güçleri F tiplerinin açılmasının erteleneceğini açıklama noktasına gelmişlerdi. Onlar için, daha önce açıkladığımız nedenlerle F tiplerine geçişin sağlanmasının tarihi ilkesel bir sorun değildi. İlkesel olan F tipine geçilmesi sorunuydu. Ve onlar bu konudaki kararlılıklarını her zaman vurguladılar.
Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, F tipine geçişin hemen olmayacağını belirttiği açıklamasında fakat bu geçişin mutlaka gerçekleştirileceğini hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek berraklıkta şöyle açıklıyordu:
“Henüz eksiklikleri giderilmemiş, personel istihdamı yapılmamış olmaları nedeniyle yüksek güvenlikli F tipi cezaevlerinin yakın bir tarihte hizmete açılmaları beklenmemektedir. Açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri, Bakanlığımızca yürütülen ‘cezaevlerinin yeniden yapılanması’ programı çerçevesinde yüksek güvenlikli kapalı cezaevi yapımını durduramayacağı gibi sağduyulu kamuoyumuzca desteklenen faaliyetlerimizi de aksatmayacağı bilinmelidir.”
Bu açıklamanın net olduğu noktada, (Ki bu açıklama yeni de değildi. Zaferle biten 1996 ölüm orucunda bile, egemen sınıf sözcüleri “cezaevi reformu” dedikleri şeyden vazgeçtiklerini açıklamamışlardı. Vazgeçtikleri o dönemde Eskişehir tabutluğuna sevklerin durdurulmasıydı. Ve kazanılan zaferin gerçek içeriği de buydu.) devrimciler açısından cevaplanması gereken soru şuydu: Ölüm orucu eyleminin sürdürülmesiyle, egemen sınıfları F tiplerinden bütünüyle vazgeçtiklerini açıklatacak güce sahip miyiz; ölüm oruçlarının sürdürülmesiyle bu gücü bu eylem süreci içinde yaratma şansımız var mı? Bu soruların gerçek güçlerin gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesi temelinde cevapları, iki kez hayırdı. Hayır, anda ölüm oruçlarını sürdürsek de, egemen sınıfları F tipinden vazgeçirecek, en azından vazgeçtiklerini açıklatacak güce sahip değildik. Egemen sınıfların kaygısı devrimcilerin canı değildi. Onlar esasında bütün devrimcilerin yok olmasından yanaydılar, yanadırlar. Kuşkusuz ölüm orucu gibi bir eylem sonucunda, kendi zindanlarında onlarca devrimcinin ölmesi, onları belli ölçüde rahatsız eder, çünkü böyle ölümler, onların insanlık düşmanı faşist yüzlerinin teşhirini de beraberinde getirir.
Özellikle batılı kamuoyunda zaten iyi olmayan imaj sarsılır. Bu yüzden ölüm orucunun –hele hele kitlesel– ölümlerle sonuçlanması egemen sınıfların da istedikleri bir şey değildir. Devrimcilerin canına değer verdiklerinden değil, düşündükleri imajları nedeniyle bunu istemezler. Yine de, sonuçta eğer başka yol yöntem kalmazsa, onlar yüzlerce ölü de olsa, F tipinden vazgeçmezlerdi. Bu onlar için artık kesin bir şeydi. Burada “batı”nın da standart olarak kabul ettiği bir yapılanmadır söz konusu olan. Bu yüzden onların da bu noktada söyleyecek fazla lafı yoktur. (Bunun böyle olduğu şimdi 4 yıldır süren eylem içinde çok daha net görülmüştür. Fakat siyasi düşünen, sorunlara gerçekçi yaklaşmayı bilen her kişi 2000 Aralık’ında da bu değerlendirmeyi yapabilirdi, yapmalıydı.)
O halde ölüm oruçlarının sürdürülmesiyle, egemen sınıfların bu noktada F tipinden vazgeçmesi ancak bir şartta mümkün olabilirdi: Ölüm oruçları dışarıda işçi-köylü hareketini tetikler. İşçiler-köylüler-emekçiler büyük kitleler halinde “F tipi olmayacak” talebi temelinde birleşir, harekete geçer.
O noktada egemen sınıflar F tipinden (tabii şimdilik kaydıyla) vazgeçtiklerini açıklamak zorunda kalabilirler. Bu ölüm orucu eylemiyle, eylemin sürdürülmesiyle, bu süreç içinde böyle bir sonuca varmanın imkânsızlığı da görülmüştü aslında. Yani, hayır, ölüm oruçlarının sürdürülmesi halinde de, andaki durumda bu süreçte egemen sınıfları zorlayacak bir kitle hareketini yaratacak durumda değiliz.
Kuşkusuz ölümlerin olması, dışarıda eylemliliğin belli ölçüde artmasını beraberinde getirecektir, fakat açıkça görünen şudur: Yoğun ölümler bile olsa, anda F tipinin kapatılması talebinin işçi sınıfı ve emekçilerin temel talebi haline gelmesi ihtimali bugünkü şartlarda sıfıra yakındır.
O halde, ölüm oruçlarının sürdürülmesi pratik olarak, devrimci kararlılığı göstermenin bir aracı olmaktan ve “şehitler” yaratmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Yapılması gereken, görüşmelerde anda alınabilecek tavizlerin en fazlasını alıp ölümle karşı karşıya olan devrimcileri ölümün elinden almak, uzun süreli mücadele için bir adım “geri” atmaktı. Bunu yapmak için gerçek durumun olduğu gibi tespiti gerekliydi. Eylemi sürdüren örgütlerin gerçek durumdan nasıl bihaber olduklarını yukarıda gördük. Onlar ölümlerin gelmesiyle birlikte, yüreklerin sağır kulaklarının, zindanlardaki çığlıkları duyacağı, kitlelerin harekete geçeceği hesapları içindeydiler. Zaferi kazanmış oldukları, zaferin kapıda olduğu iddiasında idiler.
Ölüm orucu eyleminin dışarıda desteklenmesinin hissedilir ölçüde arttığı, ölümlerin kapıya gelip dayandığı ve devlet açısından imaj sorununun ortaya çıktığı bir ortamda, egemen sınıflar, ölüm orucu eylemini sonlamak için somut adımlar atmaya başladılar. Esasında egemen sınıfların kendi aralarında da fikir birliği yoktu. Hepsinin ortak olduğu bir nokta vardı: Cezaevi reformu dedikleri şey gerçekleştirilmeli, koğuş sistemine son verilmeliydi. F tiplerine mutlaka geçilmeliydi. Fakat bu geçişin anda süren ölüm orucu eylemleri ile bağıntılandırılmasında fikir ayrılıkları vardı. Bir bölüm, devletin cezaevlerindeki direnişlere göz yummasını, hele hele direnişçilerle pazarlıklar yürütülmesini vb. devletin zaafı olarak görüyor ve cezaevlerindeki direnişlerin –tabii öncelikle de devrimcilerin direnişlerinin– derhal şiddetle ezilmesini, hiçbir pazarlık yapılmamasını vb. savunuyordu. Bunlar hemen saldırıdan, vurmaktan, ezmekten vb. yanaydı.
Diğer bir bölüm ise, F tiplerinin henüz hazır olmadığının ve af yasasının çıkmasının da geciktiğinin, saldırıya karşı direnişin olacağı, çok sayıda ölünün kaçınılmaz olduğu, bunun imaj açısından hoş olmayacağının bilincinde olarak andaki ölüm oruçlarını, F tipinden vazgeçmeden, fakat F tipine geçişin ertelendiğini açıklayarak ve dolaylı yollardan yapılan görüşmelerle, devrimci tutuklularla anlaşarak sonlamak taraflısıydı. Bu iki görüş çatıştı. Ve bu iki görüşün savunucuları arasında bir dizi pazarlık yürüdü. Sonunda hükümet politikası olarak pratikte ikili bir taktik uygulandı. Bir yandan faşist şiddet yoğunlaştırılarak, dışarıda destek hareketinin daha fazla kitleselleşmesinin önü alınmaya çalışıldı. Eylemlere azgınca saldırıldı. Medyada tek tük çıkan çatlak sesler açık tehditlerle, yasaklarla susturuldu.
Diğer yandan dolaylı görüşmelere izin verilerek, devletin aslında “uzlaşma”dan yana olduğu, uzlaşmayanların, “zavallı eylemcileri zorla eyleme sürükleyen üç beş örgüt yöneticisi” olduğu görüntüsü verilmeye, bilinci yayılmaya çalışıldı. Devlet aslında çok önceden verilebilecek en son taviz sınırını tespit etmişti: Eylemi sonlandırmak için, F tipine hemen geçilmeyeceği açıklaması yapılabilirdi; fakat F tiplerinden vazgeçilmeyeceği de kesindi. Buna uygun olarak Adalet Bakanı Ahmet Sami Türk’ün ağzından 9 Aralık’ta:
“F tipi cezaevlerinin açılışının çıkarılacak olan şartlı tahliye yasasının cezaevlerinde rahatlama yaratacak olması ve toplumda F tipi cezaevlerine karşı geliştirilen tepkiler nedeniyle, F tipi cezaevlerine sevklerin acil olmaktan çıktığı ve sivil toplum kuruluşları, uzmanların katılımıyla mimari projenin yeniden gözden geçirilmesini düşündükleri” açıklandı.
Bu açıklama, F tiplerine geçişin şimdilik ertelendiği açıklamasıydı ve egemenler içinde ölüm orucu eylemini “anlaşarak” sonlama yanlılarının atılmasını istediği bir adımdı.
Medyanın bir bölümünde bu açıklama devletin güçsüzlüğünün, iflasının ilanı vb. olarak yorumlandı; Adalet Bakanı’nın istifası çağrıları vb. yükseldi.
Bir yandan “erteleme” açıklaması yapılırken ve devrimci tutsaklarla arabulucular üzerinden görüşmeler yürürken, diğer yandan da fakat destek eylemcilerine saldırılar yoğunlaştırılıyor ve ölüm orucunu askeri bir saldırıyla sonlamak için harıl harıl saldırı hazırlığı yapılıyordu. (İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, katliam operasyonu ertesinde, bu saldırıya bir yılı aşkın süredir “model üzerinde tatbikatlarla” hazırlandıklarını açıkladı!)
9 Aralık’ta ölüm orucunu desteklemek için afiş asan Atılım okurlarına polis ateş açıyor, Özkan Tekin adlı Atılım okuru devrimci sokak ortasında hunharca katlediliyor, Şükrü Yıldız ve Fatih Buğrul isimli devrimciler de yaralanıyordu. Bu, medya üzerinden canlı yayında evlere taşınıyordu.
Aynı dönemde yurtdışında da yapılan destek eylemlerine “sivil” faşistlerin saldırıları gündeme geliyor, Hollanda’da Cafer Dereli adlı bir devrimci destek eylemcisi bıçaklanarak öldürülüyordu.
Medyada güya etik tartışması adına ölüm orucunda olanlara, onların iradelerine rağmen tıbbi müdahalenin “hekimlik etiği”ne uygun olup olmadığı tartışmaları yürütülüyor, Sağlık Bakanlığı hastanelere “müdahaleye hazır olun” genelgeleri gönderiyor, kamuoyu “müdahaleye” hazırlanıyor, alıştırılıyordu. Yoğun bir biçimde şu düşünceler yığınlara şırınga ediliyordu: Yaşama hakkı en önemli haktı. Bu hak devletin güvencesi altındaydı. Şimdi birtakım ölüm oruççuları, –çoğu aslında örgüt baskısı altında oldukları için!!!– intihara sürükleniyordu. Hiç kimse, intihara giden insana hadi git diyemezdi. Devletin cezaevlerinde intihara giden insanlara, bunlar artık kendi iradeleriyle hareket edemez duruma geldiklerinde –ki ölüm orucunda 60. günden itibaren bu kritik an başlıyordu– müdahale edip onları tedavi etmesi, onun göreviydi!
Devlet ölüm istemiyordu! Ölmeye müdahale etmek onun hakkı ve göreviydi. Ölüm orucu sonucu ölümler olursa, bunun sorumluluğu devlete değil, örgütlere ait olacaktı!!!
Bu düşünceler, yaşama hakkı üzerine güzel laflar eden, fakat faşist TC’de yaşama hakkını yok edenin bizzat faşist devlet olduğunu gözlerden gizleyen, kimi “liberal” yorumlarla da destekleniyordu.
F tipi bağlamında da yoğun biçimde propaganda edilen düşünce şuydu: Hiçbir devlet, kendi denetimindeki cezaevlerinde kontrolün mahkûmların eline geçmesine izin veremez, göz yumamaz. Türkiye’de yapılan hatalar sonucu, bir dizi cezaevinde hakimiyet mahkûmların elindedir. Yıllardır cezaevi görevlilerinin giremediği koğuşlar vardır. Bu durumun en temel nedenlerinden biri koğuş sistemidir. Bu sisteme son verilmesi, devletin cezaevlerinde egemen hale gelmesi doğru ve gereklidir. F tipleri aslında “modern ve sağlıklı, batı standardına uygun” vb. “güvenlikli” cezaevleridir. Buna karşı çıkanlar, gerçekte cezaevlerinde egemenlik kuran çeteler ve devrimci örgüt şefleridir vb. (Bu tezleri gerekçelendirmek için de medyada kampanya halinde bir yandan hapishanelerde çete çatışmalarının görüntüleri; diğer yandan devrimci örgütlerin kendi çektikleri kimi –en son ölüm orucundaki bant takma töreni– kasetleri döndüre döndüre yayınlanıp duruyordu.)
Bu görüşler geniş kamuoyu içinde iyice yerleştiriliyordu.
Kısaca: Bir yandan erteleme açıklamaları yapılırken, diğer yandan saldırılar yoğunlaştırılıyor ve cezaevlerine doğrudan müdahale için kamuoyu yaratılıyor; ve genel saldırı için hazırlıklar tamamlanıyordu.
Tam böyle bir ortam içinde Gazi Mahallesi’nde bir polis otobüsüne, TKP(ML)–TİKKO’nun üstlendiği bir silahlı saldırı eylemi geldi. Polis otobüsü otomatik silahlarla tarandı, 2 polis öldü, 13 polis yaralandı. TKP(ML)–TİKKO adına 11 Aralık tarihinde yapılan açıklamada, eylemin ölüm orucu ile bağı kuruluyor, “Bu saldırı hücrelere izin vermeyeceğimizin kanıtıdır” deniyor ve eylemin aynı zamanda “Özkan Tekin ve Cafer Dereli’nin hesabını sormak için” gerçekleştirildiği açıklanıyordu. (Bkz. Devrimci Demokrasi 16-31 Aralık 2000 tarihli sayısı, sayfa 4)
Bu eylem zamanlaması açısından yanlış olan ve egemen sınıfların eline F tipine karşı mücadeleye var olan ve artma eğilimi gösteren desteği zayıflatmak, militan kesimle, militan olmayan kesimi birbirinden ayırmak, militan olmayan kesimi iyice pasifleştirmek için fırsat sunan yanlış bir eylemdi. Nitekim egemen sınıfların “asmayalım da besleyelim mi?”ci kesimi tarafından, F tipine karşı mücadeleye katılımın sınırını daraltmak için kullanıldı.
Eylemin ertesi günü ve ondan bir sonraki gün, TC, tarihinin en kitlesel katılımlı “polis gösterileri”ne tanık oldu. Görünürde polisler “mağdur” duruma düşmüşlerdi. Ellerinin, kollarının “yasalar”ca bağlı olmasına, kötü silahlanmaya, düşük maaşa vb. itiraz ediyorlardı; “Bizi satanı biz de satarız!” şiarları ortalığı kaplıyordu. Eylemler açıkça MHP eylemleri idi.
Ardından Ankara’da F tipine karşı bir gösteri yürüyüşü önce polis tarafından saldırıya uğruyor; direnen yürüyüşçüler dağıtılıyor; sonra da yürüyüşçüler MHP’li faşistlerin saldırısına bırakılıyor; medyada “yine mi sağ–sol çatışması”, “yine mi 1980 öncesine dönüyoruz” yaygaraları yapılıyordu.
Yani gündem değiştirilmiş, ölüm oruçları gündemin geri sıralarına itilmiş, yeni SAG açıklaması güme gitmişti. Egemenler istediklerine ulaşmış, cezaevlerine saldırının kamuoyu yaratılmıştı. Devrimcilik adına yapılmış polis otobüsü tarama eylemi de, objektif olarak bu ortamın yaratılmasında araç olarak kullanılmıştı.
Şimdi bunun daha da perçinleştirilmesi için bir adım gerekliydi. O da olası ölümlerin sorumluluğunun “uzlaşmaya yanaşmayan” tutuklulara, onlar içinde de karar alıcı konumunda olanlara yüklenmesiydi.
13 Aralık’ta yapılan hükümet toplantısı ertesinde, Adalet Bakanı son bir kez daha “F tipine sevklerin hemen yapılmayacağını”, yani F tiplerinin ertelendiğini açıkladı. F tiplerinin “mimari yapısı” konusunda sivil toplum örgütleriyle görüşmeler temelinde toplumsal konsensüs aranacağını belirtti. Ölüm oruççularını ölüm orucunu bırakmaya çağırdı. Sorumluluğun ölüm orucunu devam ettirme kararı alanlarda olacağını açıkladı. Bu arada ölüm orucunda olanların çoğunun bunu örgüt baskısı altında yaptığını, bunların “kurtarılması” gerektiğini vurgulamaya özen gösterdi.
Bu açıklamanın ertesi günü, “arabulucularla” devrimci tutsak temsilcilerinin son görüşmeleri yapıldı.
Devletin Adalet Bakanı ağzından yaptığı erteleme açıklaması, devrimci tutsaklar tarafından reddedildi. Direnişteki DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP davası tutsakları adına yapılan açıklamada şöyle deniyordu:
“Hücre saldırısından vazgeçmeyen devlet ‘erteleme’ açıklamalarıyla bizleri oyalamaya çalışıyor.
Ölüm orucu eylemimiz bugün 53. gününde. Ölüme yürüyen, ölümü yenen iradelerimiz karşısında devletin kararlılık gösterileri yerle bir oldu…
Başta Adalet Bakanı olmak üzere tüm iktidar yetkilileri, bürokratları, gazetecilere ikna turları yaptılar. Hücrelerin güzelliğini övdüler, bu politikalardan vazgeçilmeyeceğini, her şeyin göze alındığını söylediler, durdular. TARTIŞMAK İSTEMEDİLER.
Bugün ölüm orucu savaşçılarımız her gün ölüme an an yaklaşırken devlet köşeye sıkıştırılmışlığının sonucu olarak, birbiri ardına heyetler gönderiyor, sorunu çözmek istiyormuş havası yaratmaya çalışıyor. Bir yandan heyetler görüşmeler için hapishaneleri dolaşırken, Adalet Bakanı, “F tiplerinin açılması ertelenmiştir” açıklamaları yapıyor.
AMAÇ AÇIKTIR: devlet yaptığı bu açıklamalarla zaman kazanmaya, bizleri ve ölüm orucu eylemimize destek veren dışarıdaki kamuoyunu beklentiye sokmaya, oyalamaya çalışıyor. Çözülecek beklentisiyle her gün artan, büyüyen başta ülke geneli olmak üzere dünya geneline yayılan tepkileri durdurmayı hedefliyor.
Bugün iktidar yetkilileri yaptıkları ‘erteleme’ açıklaması üzerine eylemi bırakmamız çağrısında bulunuyor. Ne anlama geldiği belli olmayan, nasıl sonuç yaratacağı üzerine hiçbir somutluğu olmayan açıklamalarla eylemi bırakmamızı istiyorlar. HAYIR!.. ÖLÜM ORUCU EYLEMİMİZ HER GEÇEN GÜN ARTAN KARARLILIĞIMIZ VE ÖFKEMİZLE BÜYÜYEREK SÜRÜYOR…
Devletin başta hücre uygulamaları için söylediği yalanlar da ortadayken Ölüm Orucu eylemini bırakın çağrısını yapmak ham hayaller peşinde koşmaktan başka bir anlama gelmez. Adalet Bakanı oyalama taktikleri izleyerek direnişimizi boşa çıkaracağını düşünüyorsa bizi hiç tanımıyor demektir. Hapishanelerde kefenlerini hazırlamış yüzlerce tutsak ve bu kefenleri giymek için sırasını bekleyen yüzlerce tutsak bizim kararlılığımızın somut ifadesidir.” (Yaşadığımız Vatan, sayı 69, s. 11; Kahramanlar Ölmez, Halk Yenilmez)
Bu açıklama yapıldığı sırada aslında devlet ölüm orucunun ve SAG’nin sürdüğü cezaevlerine saldırı için gerekli hazırlıkları (kamuoyu yaratma, teknik hazırlıkları tamamlama) yapmış durumdadır.
Devlet F tipine geçiş kararlılığından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Devrimci irade karşısında, “kararlılık gösterileri”nin yerle bir olduğu tespiti gerçek durumun tespiti değildir.
“Ülke geneline ve dünya geneline yayılan tepkiler” tespiti abartılı bir tespittir.
Devrimci kararlılıkla, yüzlerce devrimcinin ölmesiyle F tipinin engellenebileceği düşüncesi hâlâ eylemcilerin tavrını belirleyen ve fakat yanlışlığı artık pratikte açıkça görülmüş olması gereken sübjektif bir değerlendirmedir.
Bu açıklamayla birlikte, egemen sınıflar açısından artık “uzlaşmaya hazır olmayan”ların ölüm oruççuları, daha doğrusu ölüm orucunun başını çekenler olduğu, ölümlerden onların sorumlu olacağı konusunda var olan kamuoyunu daha da genişletmek için yeter malzeme vardır.
Bu noktadan itibaren “arabulucu”lar devreden çıkarılmış, görüşmeler kesilmiş; hapishaneler etrafında bir güvenlik zinciri oluşturulmuş, zaten sansürlü ve devlet yanlısı medya bile hapishanelere yanaştırılmamıştır. Artık “operasyon” için düğmeye basılmıştır. Devrimci tutsaklar açısından inisiyatif bütünüyle devlet güçlerinin eline bırakılmış durumdadır. Artık devlet güçleri için yapılacak şey saldırı gününü tespit etmek ve saldırmaktır.
Halbuki, eğer gerçek durum sübjektivizmden uzak bir biçimde, doğru değerlendirilse idi, o zaman en geç bu açıklamanın yapıldığı tarihte, eylemciler açısından eylemi bir yarım-zaferle; (“Devleti geri adım atmaya zorladık, ertelenme açıklaması bir geri adımdır, fakat mücadele hedefimiz olan F tiplerinin kapatılması talebini henüz gerçekleştiremedik. Bu mücadeleyi de uzun süreye yayarak sürdürmek için, geniş kitlelerin de bu mücadeleye sahip çıkabilmesini sağlamak amacıyla, bu hedefe varmak için ölmeye hazır olduğumuzu gösteren bizler şimdilik ölüm orucu eylemine ara veriyoruz. Bu ara verme F tipine karşı mücadeleden vazgeçme değil, yalnızca bir soluklanma ve mücadele cephesini genişletme adımıdır” vb. bir açıklamayla) sonlandırabilirlerdi.
Ya da; “Biz F tiplerinin ertelenmesi temelinde ölüm orucunu şimdilik bırakmaya hazırız, fakat belli konuların somutlaştırılması için görüşmeler talep ediyoruz” şeklinde bir tavırla, anlaşmaya hazır bir tavır sergilenerek, kamuoyunu kazanmak için yürütülen mücadelede devletin elinden önemli bir koz alınmış olabilir; olası görüşmelerde belli somut talepler kabul ettirilebilirdi. (Örneğin, hükümetin de değiştirmeyi programına almış olduğu Terörle Mücadele Yasası’nın kimi maddelerinin değiştirilmesi; belli yaralı ve hasta tutukluların derhal salıverilmesi; ölüm oruççularının sivil hastanelerde derhal tedavisi vb. pazarlıkla kabul ettirilebilir taleplerdi.)
Böyle bir tavırla, devletin hazırladığı belli olan somut saldırı engellenebilirdi. (Daha doğrusu bu somut saldırı şimdilik engellenir, fakat sonradan yeniden gündeme gelirdi. Genelde F tipi konusunda devletin kararlı olduğu bilindiğinde ve F tipine girip girmemek devrimciler açısından “ilke” sorunu olarak ele alındığında, bu anlamda saldırı ancak ertelenebilirdi. F tiplerine somut geçiş gündeme geldiğinde devletin saldırısı-direniş-çatışma her halükârda olacaktı.)
Böyle yapıldığında, henüz 60. günü aşmamış olan tüm ölüm oruççusu devrimcilerin, bu eylemden önemli, kalıcı bir sakatlık ve ölüm olmaksızın çıkması sağlanabilirdi. Bu devrimci insanlarımızın uzun süreli devrim mücadelesine daha fazla katkıda bulunma imkânlarının sağlanması açısından hiç de küçümsenmeyecek bir kazanım olurdu.
Devrimci örgütler böyle bir tavırla aynı zamanda saldırı konusunda inisiyatifin devlet elinde olmasını engellemiş; bir saldırı halinde tüm kamuoyu önünde devletin haksız duruma düşmesini sağlamış olurlardı.
Fakat böyle olmadı. Durumu yanlış değerlendiren, yüzlerce ölüme hazır devrimciyle F tipini engelleyebilecekleri iddiasında olan eylemci örgütler, en önde de ölüm oruççusu örgütler, görünürde devlet tarafından F tipinden vazgeçildiğinin açıklanması dışında bir “uzlaşmayı” kabul etmeyen bir tavır içine girdiler. Bu noktadan itibaren artık inisiyatif bütünüyle devletin eline geçti.
15 Aralık’tan, ölüm orucu eyleminin sürdüğü 20 cezaevine birden aynı anda saldırının başlatıldığı 19 Aralık 2000 sabahına kadar geçen sürede, medya üzerinden, örgüt zoruyla ölüme itilen ve kurtarılmayı bekleyen ölüm orucu eylemcileri demagojisi geniş çapta yayıldı. Devletin, kendi denetiminde olan cezaevlerinde ölümlere izin veremeyeceği düşüncesi döne döne işlendi. Artık egemen sınıflar açısından da inisiyatif net olarak “asmayalım da besleyelim mi?”cilerin eline geçmişti. Ölümler başlamadan saldırarak, F tipine geçiş işine de somut olarak geçilmesi için ortaya çıkan fırsat değerlendirilmek isteniyordu. 17 Aralık’ta yapılan ve ilgili bakanların katıldığı toplantıda somut saldırı tarihi de belirlendi. Ve 19 Aralık’ta “Şefkat” ve “Kurtarma” operasyonu, “Hayata dönüş operasyonu” vb. olarak adlandırılan, hayat söndürme operasyonu başladı.
Faşist devlet güçleri, korkunç bir kinle saldırdılar devrimci tutsaklara. Çıplak canlarından başka silahları olmayan; birçoğu ölüm orucu-açlık grevi içinde zayıf düşmüş devrimcilerin üzerine gaz bombaları, yangın bombaları, kurşunlar yağdırdılar.
Bu saldırıda ilk anda 28 devrimci kurşunlanarak, yakılarak vb. öldürüldü. Faşist medya utanmaz bir yalancılıkla ölenlerin kendilerini yakarak intihar ettiklerini yaydı. Kamuoyunu yanıltmak, iğrenç cinayetlerin üzerini örtmek için, düzmece telefon konuşmaları yayınlandı medyada! Otopsi raporları ölenlerin büyük çoğunluğunun darp ve ateşli silah yarası ile öldüğünü ortaya koydu. Olayın doğrudan tanıkları, olayın içinden çıkıp gelenler, “Bizi diri diri yaktılar” dedi. Faşizmin saldırısını protesto etmek, canlı bir meşale olarak faşistlerin üzerine yürümek için kendini yakma sonucu ölenlerin, egemen sınıfların tüm yalanlarının tersine iki kişi olduğu çıktı ortaya. Yalancının mumu yatsı olmadan söndü.
Devrimci tutsaklar, ellerindeki tüm imkânlarla, güçlerinin sonuna dek yiğitçe direndiler. Yeni direniş destanları yazıldı faşizmin zindanlarında. Faşizm devrimci tutsakları F tipine kolayca sevk edemedi. Fakat güç dengesi, F tipinin uygulamaya açılmasını engelleyecek durumda değildi.
(Bu bağlamda tabii zindanlarda siyasi tutukluların büyük çoğunluğunu oluşturan PKK’lı tutsakların İmralı çizgisi savunucusu büyük kesiminin faşist egemenlerin katliam saldırısı sırasında hiçbir direnişte yer almamış olması da ibretlik bir tavır olarak tarihe not düşülmek zorundadır. –Katliamın bir dizi tanığı kimi TDKP’li tutsakların da benzer tavır içine girdiği konusunda bilgi verdiler.– Faşist egemen sınıfların bu en kapsamlı zindan saldırısında, zindanlarda bulunan “sol” siyasi tutsakların en büyük kesimi direnmedi. Bu faşistlerin saldırısında “biz onlardan değiliz, biz barıştan yanayız!” tavrı, faşistlerin işini kolaylaştırdı. Bu pratik tavır, aslında faşist devlet-karşıdevrimle devrim çatışmasında “tarafsızlık” tavrı, sonuçta devletle uzlaşma/birleşme çizgisinin doğal uzantısı ve sonucuydu. 19 Aralık 2000’deki katliam saldırısında ona direnmeyenler de fakat bugün F tiplerine taşınıyor. “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” şiarında dile gelen gerçeğin somutu bugün PKK’lı tutsakların da F tiplerine nakliyle yaşanıyor.)
Sonuçta 19 Aralık katliamı ile egemen sınıflar F tipine geçişi –devrimci tutsaklar somutunda– gerçekleştirdiler. Adalet Bakanı yaptığı açıklamada, “kurtarma operasyonu” olarak adlandırdıkları katliamın, “F tipine geçiş için bir fırsat” olduğunu da açıklayacak kadar açık sözlüydü. Bu bütün açıklamalar içinde söylediği belki de tek doğru sözdü onun.
Bu sonuçtan sorumlu olan kuşkusuz faşist devlettir. Faşist devlet bilinçli bir katliamla F tipine geçiş sorununda bir “zafer” kazanmıştır.
Bu noktada bizim sorgulamamız gereken aynı zamanda biz devrimcilerin kendi tavırlarımızın, devletin bu sonuca varmasında rol oynayıp oynamadığı; eğer başka bir taktik izlense idi, onların bu “zafer”inin zorlaştırılma imkânının olup olmadığı sorularıdır.
Burada biz eylemi yürüten devrimci örgütlerin yaptığı bir dizi yanlışın da bu sonuca, bu biçimde varılmasında rol oynadığını düşünüyoruz.
Yukarıda eylemin kronolojisi içinde ortaya koymaya çalıştığımız gibi
– Eylem, gerçek durumun doğru tespiti temelinde
değil, öncelikle eyleme başlayan iki örgütün aşırı derecede
sübjektif tahmin ve değerlendirmeleri temelinde başlamıştır.
– F tipine karşı mücadelede mücadelenin esas yükünü “içerideki”
devrimcilere yükleyen yanlış bir anlayışla başlamıştır.
– Zamanlama açısından aceleci ve zamansız başlamıştır.
– Daha başlarken içeridekiler açısından eylemin en yüksek
biçimlerinden biriyle, SAG ile başlanarak eylem biçiminde
yanlışlık yapılmıştır.
– Devrimciler arasında bile yeterli eylem birliği sağlanmadan ve
bir çok örgüt taktik olarak anda ayrı eylem biçimleri önermesine
rağmen, aceleci başlanmıştır.
– Eylemin talepleri açısından kafa karışıklığı vardır. Devrim ve
reform talepleri bir arada, “elde edilmeden” eyleme son
verilmeyecek talepler olarak sayılmaktadır.
– Durum eylemin her döneminde sübjektif ve devrimci güçler
lehine abartılı değerlendirilmiştir.
– Başlangıçta eylemin zamanlaması ve yaklaşımları nedeniyle
eyleme katılmayan devrimci örgütlerin bir bölümünün daha 10
Aralık’ta SAG eylemine başlamaları da durumda köklü bir
değişiklik yaratmamıştır.
– Eyleme desteğin gözle görülür ölçüde arttığı bir ortamda TKP(ML)’nin
üstlendiği zamanlaması itibarıyla tümüyle yanlış bir silahlı
saldırı eylemi, egemen sınıflar tarafından uzun süredir
planlanan saldırıya kamuoyu yaratma için kullanılmıştır.
– Devletin saldırısının kısa süre öncesinde, bu somut saldırıyı
engelleme, inisiyatifi ele geçirme fırsatı, yine yanlış
değerlendirmeler temelinde kaçırılmıştır.
19 Aralık 2000 saldırısı, gerçekte son dönemde devletin devrimcilere karşı girişmiş olduğu en yoğun, en alçakça saldırıdır. Devlet göz göre göre katliam yapmıştır. Ve bu medya aracılığıyla da yığınlara –çarpıtılarak da olsa– yansımıştır. Objektif durum gerçekten de eylemci örgütlerin yaptığı değerlendirme gibi olsaydı, yani “ölüm orucu eylemine destek hem ülke çapında hem de dünya çapında sürekli büyüyor” olsaydı; halkımız ölüm orucunun taleplerine sahip çıkmış olsaydı; 19 Aralık eylemi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da halk ayaklanması için bir işaret fişeği olur, milyonlar sokağa dökülürdü. Haksızlık, barbarlık, cinayet öylesine açıktı. Fakat milyonlar sokağa dökülmedi. Yine sokağa çıkanlar örgütlerin yakın çevresi + tutuklu yakınları ile sınırlı kaldı. Tek fark bu kez şiddet karşısında sinen ve devletin demagojilerinden, yalanlarından da etkilenen kimi aydınların, liberallerin de evlerinde kalması oldu! Değerlendirme ve hesapların yanlış olduğu bir kez daha görüldü.
19 Aralık eylemi sonrasında yapılması gereken şeyler şunlardı:
İçerideki devrimciler açısından egemen sınıfların “baskı altında ölüm orucu” yalanının pratikte onların yüzüne vurulması gerekliydi. Ölüm orucu –mümkünse genişletilerek– sürdürülmeli; ölüm orucunun örgüt baskısı vb. sonucu değil, her ölüm oruççusunun özgür iradesiyle gerçekleştirdiği bir eylem olduğu gösterilmeliydi.
Dışarıda da bu eyleme mümkün olan en geniş destek sağlanmalıydı.
Bu yapıldı. F tipine taşınan devrimci eylemciler, ölüm orucunu ve SAG’yi bırakmadılar + daha önce açlık grevinde olmayanlar protesto ve destek için açlık grevine girdiler; açlık grevinde olanlar açlık grevini ölüm orucuna çevirdiklerini açıkladılar.
Böylece devletin yalancılığı tescil edilmiş oldu.
Devrimcilerin kararlılığı gösterilmiş oldu. Devrimcilerin hücrelerde de devrimci mücadeleden vazgeçmeyecekleri pratikte gösterildi.
Dışarıda geniş çaplı bir eylem birliği sağlanarak, faşist Türk devletinin gerçek yüzü en geniş biçimde teşhir edilmeliydi. Bu bağlamda ortaya çıkan durum, artık eylem birliği için bunun ötesinde bir zorlamanın olamayacağı bir durumdu. Esasta bu konuda olumlu gelişmeler de oldu. Yer yer oldukça geniş eylem birlikleri ortaya çıktı. Protesto eylemleri, korsan gösteriler bütün saldırılara rağmen oldukça yaygın bir biçimde gerçekleştirildi.
Fakat egemen sınıfların gerçekleştirdiği katliamın boyutları ile karşılaştırıldığında, tepki eylemleri yetersizdi. Eylemlere katılım yine esasta katliam öncesindeki katılımla sınırlıydı. Hatta belli yerlerde 19 Aralık katliamını protesto eylemlerine katılan devrimci, komünist güçlerin dayanışmasının, Ölüm Oruççuları örgütler tarafından ajitasyon-propagandalarına, pankartlarına engel konularak engellendiği durumlar da yaşandı. Kuşkusuz bu da bir başka yanlıştı.
Eylemlere katılım bağlamında aynı dönemi, bu dönem ertesinde SAG başlatan örgütlerden birinden dinleyelim: “Ölüm orucu ve gerçeklerin bilincinde olmak” başlıklı değerlendirme yazısında MLKP Partinin Sesi Eylül-Ekim 2001 tarihli 32. sayısında yayınlanan bir yazıda şu tespitleri yapıyor:
“19 Aralık Saldırısı ve ölüm orucu eylemimiz
Faşizmin 20 zindanda giriştiği katliamcı saldırıyı büyük ve inanılmaz bir kahramanlıkla yanıtlayan devrimci tutsaklar, F tiplerine dolduruldular.
Devrimci parti ve örgütler katliam günlerinde ve izleyen dönemde kendilerinden beklenen siyasi aktivite ve harekatı geliştiremediler. (Bu aslında “beklenen”in ne olduğuna bağlı. Olgu şu: Devrimci parti ve örgütler katliam ve ertesinde KENDİ ÖZ GÜÇLERİ ile yapabilecek her şeyi yaptılar! Fakat onların yaptığı, onların yaptığı olarak kaldı. İşçi ve emekçi kitleler eylemlere ilgisiz kaldılar. Beklenen işçi emekçi kitlelerin katliamla birlikte olayı sahiplenmeleri idiyse, bu olmadı. Ama böyle bir beklentinin kendisi yanlıştır. /BN)
Aileler merkezi davranışı yitirdiler, çaresizce enerji harcamaya yöneldiler.
Antifaşist güçler sokaktan bütünüyle çekildiler. (Burada kastedilen devrimci örgütlerin kendi örgütlü çeperleri dışında kalan kesim olsa gerektir. Çünkü devrimci örgütlerin çevresi sokaktaydılar. /BN)
Yük tamamen devrimci tutsakların omuzlarına bindi.” (Esasında en başından itibaren eylemin esas yükü devrimci tutsakların omuzlarında idi. /BN)
Burada yapılan tespitler gerçekte içeride yapılacak bir SAG ve ölüm orucu eyleminin dışarıda devrimci çevre dışında bir destek sağlamasının mümkün olmadığını anlatan tespitlerdir. Böyle bir ortamda SAG ve ölüm orucuna yönelmek –başlangıçtaki iki üç haftalık dönemi dışta tutuyoruz– gerçekte taktik olarak öncüyü tek başına kazanması mümkün olmayan bir muharebeye sürmektir.
Egemen sınıfların “örgüt baskısıyla ölüm orucu” yalanı pratikte parçalandıktan sonra yapılması gereken şu idi:
Öncelikle ölüm orucu eylemini başlatan üç devrimci örgüt olmak üzere, devrimci örgütler yan yana gelerek bir durum değerlendirmesi yapmalı ve gelinen yerde ölüm orucunu sürdürmenin ne anlama geldiğini tespit etmeli; ve ölüm orucu eylemini iradi olarak durdurma kararı almalıydılar. F tipine karşı mücadelenin uzun sürede nasıl sürdürüleceğini, F tipine karşı mücadelenin işçi-emekçi yığınların sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline getirilmesi işinin nasıl yapılabileceğini tartışmalı, bu amaca uygun eylem planları geliştirmeli idiler.
Eylem, hâkim sınıfların örgüt zorlamasıyla ölüm orucu yapıyorlar yalanını ortaya çıkardıktan sonra –yani F tipine geçişten iki üç hafta sonra ve eylemin sürdürüldüğü, ezilmek bir yana daha da genişlediği dosta düşmana gösterildikten sonra– durdurulmalıydı. Neden?
Eylemin sürdürülmesi, artık “Ölürüz, F tipine girmeyiz” iddiasının boşa çıktığı yerde anlamsızdı. Ya da verilen sözün yerine getirilmesini ifade eden, F tipine götürülen devrimcilerin kolektif intiharı anlamına gelmekteydi. Toplumda F tipinin kaldırılması talebi için –işçi ve emekçiler arasında– yeterli bir kamuoyu desteği yoktu. Bunu kısa zamanda oluşturma imkânı da yoktu. Ölümler de bu konuda belirleyici rol oynamayacaktı. Böyle bir ortamda bu eylemin sürdürülmesi, devlete fazla zararı olmayacak intihardı. Kaldı ki, artık devrimci tutsaklar F tipinin şartlarında kendi özgür iradeleriyle kendi yaşamlarına son verme konusunda da –yani intihar konusunda da– çok sınırlı olanaklara sahipti. Ölüm orucu sonucu ölüp ölmemek, andaki şartlarda –koğuş sisteminde olduğundan değişik olarak– artık ölüm oruççusu devrimcinin özgür iradesiyle tayin edebileceği bir şey değildi. Devlet ölüm sınırına gelen her ölüm oruççusunu, –eğer isterse– istediği anda alıp, zorla “tedavi” edecek olanaklara –hem de bunu utanmazca, “yaşam hakkının savunulması”, “insani yardım” vb. diye de adlandırarak– sahipti. Yani ölüm orucunun sürdürülmesiyle, devletin eline F tipinde ve eylem içinde bulunan her devrimciyi istediği anda öldürme veya sakat olarak yaşatma konusunda karar alıp uygulaması inisiyatifi verilmekteydi. Eğer bir devrimciyi öldürmek istiyorsa, fazla bir şey yapmasına gerek yoktur. Ölümünü beklemekten başka! Eğer sakat olarak yaşamasını ölmesine tercih ediyorsa, o zaman da zorla “tedavi” imkânı onun elindedir. Bu durum taşınamaz bir durumdur. Bu yüzden devletin elinden bu inisiyatif alınmalı, ölüm orucuna son verilerek, F tipinde her devrimci ölümünün devletin bir cinayeti olduğu ve olacağı ilan edilmeliydi.
Yapılacak gerçekçi bir durum değerlendirmesinde, bizim bugünkü şartlarda F tiplerini kapattırma talebini gerçekleştirecek güçte olmadığımız görülmeli; bu talep anda eylem talebi olmaktan çıkarılıp; devrimci tutsakların andaki durumlarını düzeltecek kimi talepler (TMY’nin tecridin yasal dayanağı olan maddesinin kaldırılması; ortak yaşam alanlarının hayata geçirilmesi; tek ya da üç kişilik hücrelerde tecrit hapsinin olmaması; daha önce verilen “Sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte F tiplerinin mimari yapısının yeniden ele alınması” sözünün yerine getirilmesi, ölüm oruççularının derhal sivil hastanelerde tedaviye alınması, ağır hasta ve sakatların derhal serbest bırakılması, 19 Aralık katliamının sorumlularının, daha önceki katliam sorumlularının yargılanması vb.) temelinde, geniş eylem birliği sağlanmış, uzun süreye yayılmış eylemlere geçilmeliydi.
Bütün bunlar yapılmadı, yapılamadı.
Örgütler, başta ölüm orucu eylemini başlatanlar olmak üzere, sorumluluğu “cezaevlerinde” olan yoldaşların üzerine atan, “eylemin akıbeti hakkında eylemi yürütenler karar alacak” tavrı içine girdiler. Bu açıkça örgütlerin (“dışarıdaki” yönetimlerinin) sorumluluğu üzerinden atan bir tavırdı. Devrimcilik adına sorumsuzluktu. Bir yandan “eylemin akıbeti hakkında eylemi yürütenler karar verecek” tavrı takınılırken, fakat diğer yandan ölüm orucu eylemini durdurmayı adeta ihanet olarak değerlendiren bir ajitasyon sürdürülüyor; “eylemin akıbeti hakkında karar verecek” olduğu söylenenlere devam kararı dışında bir alternatif bırakılmıyordu.
Bu söylediğimiz tabii ki 20 Aralık sonrası iki üç haftalık dönem için değil, sonrası için geçerli. 20 Aralık ve onun iki üç hafta sonrası için zaten bir yandan burjuvazinin “örgüt zorlamasıyla eylem” demagojisi nedeniyle ve diğer yandan devrimciler arasındaki hemen tüm haberleşme sisteminin işlemez hale gelmesi sonucu, eylemin akıbeti pratikte zaten içerideki tek tek devrimci yoldaşların omuzlarına yüklenmişti. Ve onların her biri tek tek bu tarihi durumda tek doğru olanı yaptılar: Kendilerini teslim almak için üzerlerine hunharca saldıran burjuvaziye, “Devrimci irademi teslim alamazsınız. Ben ölüm orucundayım!” diyebildiler. Bu mükemmel, kutlanacak, öğrenilecek devrimci bir tavırdır. Burjuvazinin elinde, 20 Aralık’tan itibaren en genişi üç kişilik olan hücrelerde bulunan devrimciler Türkiye devrim tarihine altın harflerle kazınacak bir sınav verdiler. Görevlerini yerine hakkıyla, başarıyla getirdiler.
Ocak ayı başından itibaren sıra örgütlerin, “dışarıdaki” karar alıcı organlarındaydı.
– İçerideki yoldaşların tecrit hapsinde
oldukları, birlikte tartışıp karar alma imkânlarının hemen hemen
hiç olmadığının bilindiği bir ortamda,
– “Ölüm orucuna devam mı, tamam mı” kararının bireysel olarak
alınacağı her ortamda, “tamam” şeklinde bir tavrın aslında,
bireysel teslimiyet ve eylem kırıcılığı olup olmadığının
bilinmediği bir ortamda,
– Bu durumda tabii ki devam kararının tek devrimci tavır
olacağının bilindiği bir ortamda,
– Ölüm orucuna tamam kararının ancak örgütsel olarak
alınabileceğinin bilindiği bir ortamda,
– Böyle bir kararın sorumluluğunun ancak örgüt olarak
taşınabileceğinin bilindiği bir ortamda,
– İçeride şimdi tecrit edilmiş tek tek yoldaşların örgüt
kararlarına uyacak örgütlü insanlar olduğu bilindiğinde,
– Ölüm orucu kararının da, tek tek kişiler açısından kimin hangi
grupta yer alacağı, ölüm orucu yapıp yapmayacağı gönüllülük
temelinde ve kura ile tespit edilmesine rağmen, bireysel değil
örgütsel bir karar olduğu bilindiğinde,
Bu konudaki kararı içerideki yoldaşlara havale etmek, devrimci örgütlerin dışarıdaki karar alıcı organları açısından korkunç bir sorumsuzluk örneği; içeridekileri adeta kendi başlarına bırakma tavrıydı, tavrıdır.