Egemenlerin iktidar dalaşı sertleşiyor !AKP hakkında kapatma davası açıldı…
NE AKP DEMOKRAT, NE DEVLET LAİK …
ÇÖZÜM NE KIŞLADA; NE DE CAMİDE…
ÇÖZÜM İŞÇİLERİN EMEKÇİLERİN İKTİDARINDA…
DEVRİMDE … SOSYALİZMDE !
Emekçinin gündemi…
14 Mart’ta, onlarca yıldan sonra ilk kez bütün emek örgütleri bir somut amaç temelinde, AKP hükümetinin “Genel Sağlık Sigortası ve Sosyal Sigorta Yasası” taslağına karşı, kazanılmış kimi hakların geri alınmasına karşı eylem birliği için yan yana geldiler. On yıllardan bu yana ilk kez çok geniş bir eylem birliği ile emekçiler iki saatliğine de olsa Türkiye’de hayatı önemli ölçüde durdurdular. On yıllardan beri ilk kez işçiler-emekçiler toplu halde iki saatliğine de olsa  “Biz durursak, hayat durur!” un ne anlama geldiğini pratikte gördüler ve gösterdiler. Türkiye’de gelmiş geçmiş burjuva hükümetleri içinde Uluslar arası Para Fonu/ Dünya Bankası damgalı ekonomik programların  en kararlı uygulayıcılarından biri olduğunu bugüne kadarki eylemiyle ispatlamış olan AKP hükümetinin başı Erdoğan, işçilerin-emekçilerin eylemini “kanunsuz” ilan etti. Bu eylemin halka karşı yöneldiği demagojisini yaptı. Aslında  bir çoğu   sömürü sisteminin bir parçası olan milliyetçi, reformist, bazıları ırkçı-faşist olan  sendikaların yöneticilerini, bunlar AKP’nin yasa tasarısını eleştirdikleri için yalancılıkla itham etti. Fakat bütün bunlar şimdilik “emek platformu” adı altında gerçekleşen eylem birliğini engellemek bir yana, daha da pekiştirir bir rol oynadı. Eylem sonrasında eylemin gücü hükümeti geri adım atmaya, yasa tasarısı üzerine, tasarı meclis genel kuruluna getirilmeden emek örgütleri temsilcileriyle görüşmeler yapılacağını açıklamaya zorladı. Şimdi bu görüşmelerde tasarıda en azından Hak İş ve Türk İş’in itirazları temelinde kimi kozmetik düzeltmeler yaparak, bunların eylem birliğinden uzaklaştırılması manevrası vardır sırada. İşçiler, emekçiler açısından bu mücadele kuşkusuz aynı anda yürüyen ve öncelikle egemen sınıfların değişik kesimlerinin kendi aralarındaki iktidar dalaşının görüntüleri olan kayıkçı kavgalarından, örneğin türban konusunda yaşananlardan çok daha önemlidir.
Ve Egemenlerin gündemi…
Emekçilerin Türkiye/Kuzey Kürdistan çapında iki saatlik iş bırakma eylemini yaptıkları günün akşamı- borsalar kapandıktan sonra!- egemen sınıfların bizleri de kuyruklarına takarak katmaya çalıştıkları  iktidar dalaşında geldikleri noktayı gösteren bir haber düştü gündeme: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı  Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa mahkemesine  hükümet partisi AKP’nin kapatılması, 71 yöneticisine 5 yıllık siyasetten men yasağı konulması talepleriyle dava açılması için başvurmuş, 162 sayfalık iddianamesini Anayasa Mahkemesine sunmuştu. Şimdi bu yasaklanma talebi üzerine tartışmalar belirliyor gündemi.
Bu bağlamda işçiler-emekçiler açısından bilinmesi gereken şudur: Yasaklama konusunda yürüyen tartışmalar esasta egemen sınıfların iki kanadı arasındaki iktidar dalaşının bir parçasıdır. Çok kabaca bir yanda hükümet olup ta iktidar olmayan ve fakat yavaş yavaş iktidara yürüyen AKP hükümetinin temsil ettiği burjuva kesimleri, öbür yanda da şimdiye dek iktidarı elinde bulunduran ve fakat şimdi iktidarları tehdit altında bulunan devlet bürokrasisinde –en başta ordu ve yüksek yargı bürokrasisi- temsilini bulan burjuva kesimleri. Her iki kesim de işçi-emekçi düşmanıdır, her iki kesim de din sömürücüsüdür, her iki kesim de Türk milliyetçisidir, “TC’nin vatanı ve milleti ile bölünmezliği” temel ilkesine sadıktır. Her iki kesim de devleti bir bütün olarak burjuvazinin, sermaye sınıfının iktidar aracı olarak, burjuvazinin halk, işçi sınıfı üzerinde diktatörlüğü olarak  kavrama ve kullanma noktasında birdir. Aralarındaki fark bu devlet iktidarında dümenin hangi kesimin elinde olacağı, öncelikle hangi kesimin programının uygulanacağı, hangi kesimin daha çok pay alacağı noktasındadır.
Şimdi bu iki kesim kendileri açısından adeta bir ölüm kalım mücadelesi içinde bulunuyor.
Bu mücadelede adeta artık sırtını duvara dayamış biçimde dövüşen tutucu-statükocu ideolojik Kemalist Kesim, geçen yıl bütün gürültülü “cumhuriyet mitingleri” ne,  Genel Kurmay adına dillendirilen açık darbe tehditlerine rağmen büyük bir seçim yenilgisi yaşadı. Ardından cumhurbaşkanlığı makamına hiç istemedikleri AKP kurucusu Abdullah Gül geldi. AKP’nin cumhurbaşkanlığını ele geçirmesi ile, yüksek bürokraside de uzun vadede yeni atamalarla devlet aygıtını bütünüyle ele geçirme ihtimalinin artık bir ihtimal olmaktan çıkıp, eğer önü bir türlü alınamazsa, kaçınılmaz olacağının görülmesi ideolojik Kemalist kanatta tam bir panik yarattı.
AKP hükümetinin elinden inisiyatif’in alınması amacına da hizmet eden savaş da, istenen sonucu vermedi. Tersine şubat ayında  Güney Kürdistan’a karşı yürütülen “kara harekatı” PKK nin büyük direnişi ile karşılaştı; AKP’nin – bütün batılı emperyalistlerin de desteğinde  yürütmek istediği “siyasi çözüm”de inisiyatif alma imkanını güçlendirmesi, bunun daha fazla gündeme gelmesi ile, ideolojik Kemalist kesimin kendi arlarında birbirlerini işbirlikçilikle/hainlikle  suçlamaya varan geçici bölünmesiyle sonuçlandı. Ardından bir de yıllardan beri AKP’nin tabanına verilmiş “türban” sözünü,MHP ile de anlaşarak Anayasa değişikliği ile yerine getirmeye  kalkması paniği daha da büyüttü. Her iki kanat açısından da hangisinin egemen olacağı konusunda bir sembol haline getirilen “türban” da  atılan adım tutucu-statükocu ideolojik Kemalist kanat açısından artık “bir şeyler yapma” zamanının çoktan geldiğinin işareti oldu. Sırada olan ve AKP’nin 1982 Anayasasının “ruhunu değiştirmek” olarak tanımladığı Anayasa değişikliği/Yeni Anayasa paketinin varlığı bu “bir şeyler yapma” zorunluluğunu  daha da acilleştiriyordu. Bu  AKP’ nin iktidarı bütünüyle ele geçirmesinin yolunu kapama noktasında, “demokratik seçimler” le bir şeyler yapılamayacağını artık görmüşlerdi. Askeri darbenin uluslar arası konjonktürde çok zor olduğunu, Türkiye’de burjuvazinin büyük kesimlerinin askeri darbeden yana olmadığını görmüşlerdi. Ertesinde darbenin gelmediği  darbe tehdidinin AKP ye oy olarak geri döndüğünü görmüşlerdi. Bu durumda geriye kalan şey, Yüksek yargıdaki gücü kullanarak, AKP’nin önüne mümkün olduğunca engel çıkarmak idi. Bunu yaptılar. Bunu önce 2007’de  Anayasa değişikliği ile ilgili Anayasa maddesini komik bir biçimde yorumlayarak yaptılar. Anayasa değişikliği için toplantı açılımında 367 kişinin bulunma şartını getirdiler. Fakat bu da seçim sonrasında Anayasanın ilgili maddesi, MHP’nin oylamaya girmesiyle, değiştirilerek AKP tarafından aşıldı. Sonra 2008 başında  türban konusunda, içinde türban lafı geçmeyen Anayasa değişikliklerinin ruhu “laiklik” ilkesine aykırı bulunarak CHP tarafından Anayasa mahkemesine götürüldü. Dava yürüyor. Fakat Yüksek Yargı kararları nasıl AKP hükümetinin başında bir Demokles Kılıcı olarak sallanıyorsa, AKP’nin de Meclisteki çoğunluğu ile Anayasayı –referanduma götürme şartlarında- tek başına da değiştirecek çoğunluğa sahip olması ve daha “büyük Anayasa değişikliği” yapılmadan  yapılacak “küçük anayasa değişiklikleri” ile dayanılmak istenen Anayasa maddelerini değiştirme imkanı, yargının kafası üzerinde Demokles Kılıcı olarak sallanıyor. Bu durumda seçimlerle önü kesilemeyen, yargı yoluyla da bölük pörçük mücadelelerle yolu kesilmesi güç olan AKP’nin -askeri darbenin de amaca uygun olmadığı şartlarda- iktidar yürüyüşünün durdurulmasının tek yolu  ,Partinin kapatılması, öne çıkan yöneticilerinin siyasetten en azından bir süre men edilmesi olabilirdi. Şimdi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın kapatma talebinin temeli bu siyasi durum ve gerekliliklerdir.
Hukuk değil guguk…
Fakat tabii ki egemenler bu gerçekleri açıkça ortaya koymazlar, halkı kandırmak için demagojiler yaparlar. Statükocu Kemalist iktidar sahiplerinin, AKP iktidarımızı elimizden alıyor, bu yüzden onu yasaklayacağız, sonrasına Allah kerim, inşallah bu arada beş yıl içinde AKP ardından kurulacak parti bölünür, CHP güçlenir, başka partiler çıkar, AKP, daha önce yasakladığımız RP nin durumuna düşer, vb. diyecek halleri yok. Ne diyorlar? Dedikleri kabaca şu : Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukukun bağımsızlığı ve üstünlüğü vardır. AKP seçimlerde % 47 aldı diye istediğini yapamaz. Anayasamıza karşı işler yaparsa, hukukun onu engellemesi hukukun görevidir. Şimdi Yargıtay Başsavcısı da salt hukuki neden ve gerekçelerle görevini yerine getirmiş, ve 162 sayfalık gayet ciddi!!! araştırmalara dayanan bir iddianame ile dava açmıştır. Hukuka herkes saygılı olmalı, dava sonucunu beklemelidir. vs. vs.
Savcı da bu 162 sayfalık iddianamesinde  AKP hakkında sonuçta “ laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiği” (İddianame s 162) iddiası  temelinde kapatma ve siyasetten men edilme taleplerini ileri sürmektedir.
Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu büyük bir yalandır. Hukuk denen şey, Türkiye’de sadece adı olan, sonuçta yargı bürokrasisinin keyfine göre işleyen bir makinedir. Hukuk değil guguktur Türkiye’de olan. “Yargının bağımsızlığı”  gerektiğinde kendilerini bağlaması gereken Kanunların üzerinde gören, Kanunların onlar için pratikte  bir bağlayıcılığı olmayan Yargı bürokrasisinin yasalardan da bağımsızlığı olarak kavranmakta ve uygulanmaktadır.
Bunun en açık örneklerini Şemdinli davasında gördük yaşadık, Hrant Dink davasında, Çete davalarında vb. yaşıyoruz. Şimdiye kadar Türkiye’de açılmış ve sonuçlandırılmış tüm Parti kapatma davaları da –ki Türkiye bizzat burjuva medyanın da itiraf ettiği gibi adeta bir parti mezarlığdır- bu gugukun, “yargı bağımsızlığı” nın  guguksal yorumunun örnekleridir. Şimdi AKP ye karşı açılan dava da böyledir.
Türkiye’nin laik olduğu da büyük bir yalandır. Hayır T.C. hiçbir dönemde laik olmamıştır. Şimdi laiklik adına savunulan ve uygulanan kemalist devlet dinli bir “laiklik” karikatürüdür. Bu yüzden “laikliğe karşı odak olmak” suçlaması, kendileri laik olmayanların, kendilerinden değişik tarzda laik olmayanlara getirdikleri bir suçlamadır.
İşçilerin, emekçilerin egemenlerin bu ikiyüzlü kavgasında hiçbir kesimin yanında, arkasında yer almaması gerekir. Bizim savunduğumuz gerçek laikliğin, ne Kemalist dincilerin, ne de “ılımlısından” İslamcı laiklik savuncularının –ılımlı olmayanlar zaten açıkça şeriat savunuyorlar- “laikliği” ile ilgisi yoktur. Bizim savunduğumuz laiklik dini bütünü ile bireylerin özel işi olarak gören, devletin din işlerine karışmadığı, dini de devlet işlerine karıştırmayan, her dine,her mezhebe eşit mesafe uzaklıkta duran bir devletin tavrıdır. Gerçek laiklik ancak işçilerin-emekçilerin iktidarında, sosyalizmde mümkündür.
Tutucu, statükocu kesimin bu “sivil” yargı darbesi girişimine karşı AKP’nin tavrı, bir yandan kendilerinin “laiklik” savunucusu olduklarını söyleme, diğer yandan yargı’nın millet iradesine karşı çıkarıldığı, % 47 oy almış bir partinin yasaklanmasının “demokrasi ayıbı” olduğu vb. temelinde bir savunma oldu. Bunun yanında yargısal darbe denemesini, bu yargıya yönelik bir darbe ile önleme yollarını tartışmaya başladılar. Anayasanın Parti Yasaklama ile ilgili maddesinde Anayasa değişikliğini tartışmaya, bunu MHP ile pazarlığa vb. başladılar. AKP  güya laiklik savunucusu cephenin karşısına güya demokrasi savunucusu olarak çıktı.
Son yargısal sivil darbe girişimi, görmek isteyenlere egemen sınıfların bütün kanatlarının sahtekarlıklarının görülmesi için yeter malzeme sundu. Örneğin AKP’nin “% 47 oy almış bir parti yasaklanır mı, bu demokrasi ayıbıdır.” vb. teranelerini alalım. Bir partinin içinde yaşadığı ve baştan kabul ettiği Anayasal düzene bağlılığının ölçüsü alınan oy mudur? Demokrasinin tek kıstası alınan oyun sayısı ve oranı mıdır? Eğer böyle ise o zaman örneğin NAZİ partisi çoğunluğu kazanırsa haklı mı olacaktır?  Bu sorular uzatılabilir.  Bu soruların her birinin cevabının hayır olduğu açıktır. Biz Bolşevikler, bugünün Türkiye’sinde –dün de olduğu gibi- parti yasaklanmasına, bu arada AKP’nin de kapatılmasına  karşıyız. Bu ama AKP yi demokrasi savunucusu olarak gördüğümüzden, kimi liberal demokrat  aymazların yaptığı gibi “Hepimiz AKP liyiz” dediğimizden  vb. değil. AKP  sahte demokrattır. O  demokrasiyi yalnızca kendi iktidar yürüyüşünde bir araç olarak kullandığı ölçüde savunmaktadır. Kendine demokrattır. Bunun böyle olduğu örneğin bugün kendisi hakkında kapatma talebi ile ortaya çıkan aynı savcı, DTP yi kapatma davası açtığında  bu kapatma talebine “bu demokrasiye saldırıdır” “halk iradesine saldırıdır” vb. şeklinde karşı çıkmamış olması “ Hukuğa, hukuk kurumlarına güvenip; davanın sonucunu bekleyelim” tavırları takınmış olmasıyla tescillidir. Kapanma talebinin Anayasa Mahkemesine gönderildiği gün, işçi emekçi hareketine karşı takındığı tavırla tescillidir. vb. Bizim bugünün Türkiye’sinde parti kapatılmasına karşı olmamızın nedeni bunu “demokrasi ayıbı” vb. olarak görmemizden de kaynaklanmıyor. Biz Bolşevikler emekçileri birbirlerine düşman eden açıkça  ırkçı, açıkça din devleti kurma amaçlı, açıkça kadın düşmanı vb. partilerin belirli şartlar altında yasaklanmasının “demokrasi ayıbı” vb. olarak adlandırılamayacağını düşünüyoruz.  Buradaki esas soru şudur : Kim kimi yasaklamak istiyor? Kim kimi yasaklıyor? Kendisi ırkçı olan bir partinin, bir başka  partiyi ırkçı olarak yasaklamak istemesinin ciddiye alınacak hiçbir yanı yoktur. Şimdi AKP iddianamesinde kendileri laik olmayanların, kendilerinden değişik tarzda laik olmayanlara “siz laik değilsiniz” suçlaması getirip kapatmak istemesinde olduğu gibi. Yani sonuçta demokrasiyi savunma adına ortaya çıkanların  gerçekte ne olduklarıdır önemli olan. Demokrasi adına yasak getirenler, eğer kendileri gerçekten demokratlarsa, yasağı içinde bulunulan anda açık tehdit altında olan demokrasiyi savunmak için zorunlu bir araç olarak görüyorlarsa, o zaman sorun değişiktir. Biz bu anlayışta olduğumuz için genelde burjuvazinin egemen olduğu tüm ülkelerde- bunlarda en gelişmiş biçimiyle burjuva demokrasisi olduğu şartlarda bile- parti kapatılması yönünde girişimlere kuşkuyla yaklaşıyor, genelde reddediyoruz. Türkiye’de ise şimdiye kadar olan tüm parti yasaklamaları sonuçta Kemalist diktatörlüğün iktidar tekelini korumanın aracı, burjuva anlamda bir demokrasinin bile gelişmesinin engeli olmuştur.
Bundan sonrası…
Şimdi egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde bu kapatma davası nedeniyle iki taraf ta zamana karşı bir yarışa girmiş durumdadır.
Tutucu-Statükocu Kemalist kanat eğer becerebilirse  AKP’yi kapatıp,  önce çıkan yöneticilerine siyaset yasağı getirerek, AKP yi bu yolla bitirmeyi denemek konusunda gayet ciddidir. Bu kesim bugün AKP kapatılsa, haklarında yasak istenen 71 kişiye yasak da konsa, AKP’nin devamı olacak partinin mecliste hala çoğunluğa sahip olacağının, bu partinin seçimlerde yine birinci parti olarak çıkması olasılığının, hatta oylarını arttırma olasılığı olduğunun da farkındadır. Yani AKP’nin bir yargısal darbeyle önünün kesilmesinin, onun iktidar yürüyüşünü durduramayacağı ihtimali hiç te küçümsenmeyecek boyuttadır. Burada statükocular açısından en iyi ihtimalli hesap, AKP yöneticilerinin yasaklı olduğu dönemde, CHP’nin+MHP nin güçlenmesi, ya da eski ANAP-DYP vb. ni birleştiren bir projeyi gerçekleştirip, AKP tabanını buraya çekmek üzerine kurulu olabilir. Böyle bir oluşum içine AKP’nin küskünlerinin vb. de çekilmesi  ile AKP yi bitirme hesapları yapılıyor olabilir. Ancak siyaset mühendislikçisi bütün bu hesaplar göle maya çalmaya benzer, “ya tutarsa” hesaplarıdır.   Diğer yandan öncelikle özel sermayeli büyük burjuvazi siyasi istikrar istemektedir. Fakat seçmenleri de düzene oy üzerinden de bağlayan, en azından görünürde seçmen çoğunluğuna dayanan bir siyasi istikrar istemektedir. AKP’nin bırakalım yasaklanmasını, yasaklanma tehdidi altında bulunması bile bu siyasi istikrar talebine terstir. Bunun yanında batılı emperyalist büyük güçler de yasaklanma tehdidinden, aynı siyasi istikrar gerekçesiyle rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Bu durumda bütün sorumluluk 11 Hakimin omuzlarına yüklenmiş durumdadır. Anayasa Mahkemesinin Sezer tarafından atanmış statükocu 8  ideolojik Kemalist üyesinin bu kadar ağır bir sorumluluğu omuzlamaya hazır olup olmadığını pratikte göreceğiz.
Yürüyen süreçte tabii Anayasa mahkemesinin, raportör raporunu sunduktan sonra bu davayı kabul etmemesi, geri çevirmesi de mümkündür. Böyle bir tavır, burjuvazi tarafından “gördünüz mü Türkiye hukuk devleti” palavrasının yoğun propagandası için iyi malzeme sağlar.  AKP ile onun tasfiye etmek istediği statükocu Kemalist bürokrasi arasındaki iktidar dalaşında, AKP’nin atacağı adımlar konusunda daha dikkatli olması noktasında uyarılması anlamına ve iki kanat arasında  geçici bir uzlaşma anlamına gelir. Fakat böyle bir geri çevirme, Türkiye burjuvazisinin genel çıkarlarına uygun olsa da, yargı içinde Kemalist dayanışmayı zedeleyeceği, Yargıtay baş savcısını yalnız bırakacağı için az bir olasılık olarak görünmektedir.
Tabii davanın kabul edilmesi şartlarında, dava süreci tamamlandıktan sonra, AKP’nin kapatılması yönündeki talebin red edilmesini içeren bir karar çıkması halinde de –ilkinden daha az zarar verici olsa da- benzer bir durum çıkacaktır.
Hal böyle olduğu için AKP’nin kapatılmasının önlenmesinin yolu olarak, Anayasanın kapatma ile ilgili 69. maddesinin değiştirilmesi kalmaktadır. AKP bu yolu deneyecektir.
Burada da, statükocu Kemalist kesim, yapılacak bir Anayasa değişikliğinin, daha önce başlanmış, yürüyen bir dava için geçerli olmayacağını, diğer kesim ise geçerli olacağını savunacak, uzun süre bu konuda da kavga yürüyecek, bizim de bu kavgada taraf olmamız istenecektir. Biz bir yanı ile egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde gayet ciddi ve tehlikeli olan ve fakat işçilerin emekçilerin gerçek dertlerinin, sorunlarının çözümü mücadelesi, gerçek demokrasi ve sosyalizm mücadelesi açısından tam bir kayıkçı kavgası olan bu kavgada egemenlerin her hangi bir bölümünün yanında taraf değiliz.

Bizim kendi tarafımız var !
Biz işçilerin emekçilerin iş-aş-ekmek-konut –eğitim -insanca yaşama şartları mücadelelisinin tarafındayız!
Biz işçilerin-emekçilerin örgütlenme özgürlüğü mücadelesinin yanındayız!
Biz mezarda emekliliğe karşı mücadelenin tarafındayız!

Biz işçilerin emekçilerin kendi iktidarlarını kurma mücadelesinin tarafındayız!
Biliyoruz ki, gerçek demokrasi burjuvazinin egemen olduğu, sömürünün egemen olduğu bir sistemde mümkün değildir!
İşçilere emekçilere demokrasi adı altında sunulan burjuva demokrasisi, biçimi ne olursa olsun, işçiler ve emekçiler üzerinde sömürücülerin diktatörlüğünün adıdır!
Biliyoruz ki, işçilerin emekçilerin gerçek kurtuluşu, ücretli kölelik sisteminin yıkılmasında, emeğin egemenliğinin kurulmasındadır !
Biliyoruz ki, kurtuluş  çalışabilir herkesin çalıştığı, sömürünün ortadan kaldırılmış olduğu, herkesin topluma yaptığı katkı kadar pay aldığı bir sistemdedir, sosyalizmdedir !
Biliyoruz ki, sosyalizm çalışmanın bir yük değil bir zevk olduğu, herkesin  severek, isteyerek en iyi yapabileceği işle topluma katkıda bulunduğu, ve toplumdan sınırını  kendisinin  belirlediği ihtiyacı kadar aldığı geleceğin zenginlik toplumuna, gerçek komünizme  giden yolda bir ara aşamadır yalnızca !
Bütün bunları bildiğimiz için, işçilere-emekçilere sesleniyoruz :
Egemenlerin kayıkçı kavgalarında onları yalnız bırakın !  Kendi öz çıkarlarınız için örgütlenin!  Kendi öz çıkarlarınız için, burjuvazinin tümüne karşı sınıf mücadelesinde birleşin !
Örgütlü işçi sınıfı her şey, örgütsüz işçi sınıfı hiçtir !
Bolşevik saflarda örgütlenin ! Örgütlenin ! Örgütlenin !

20 Mart 2008