Emperyalist dalaş ve pazarlıklar sürüyor!

Tüm işgalci ordular Kürdistan’dan defolun!

Saddam rejiminin beklenenden daha “kolay” ve erken yıkılmasının ertesinde, kurulmak istenen “yeni bir düzenin” ve “Irak’ın yeniden yapılandırılmasının” planlandığı kadar kolay olmadığı, kısa sürede ortaya çıktı.

İşgalcilere karşı silahlı direniş, gerilla eylemleri ile kendini gösterdi ve giderek genişledi. ABD tarafından savaşın bittiğinin açıklandığı 1 Mayıs’tan sonra, hemen hemen her gün işgalci güçlere karşı saldırı eylemleri gerçekleşti.

Öldürülen işgalci asker sayısı konusunda gerçek sayı verilmese de, bu dönemde ölen asker sayısının, Saddam rejiminin yıkılmasına kadarki savaş sürecinde ölen asker sayısından fazla olduğu inkâr edilemiyor! Her geçen gün de ABD’li ve müttefik güçlerden öldürülen asker sayısı artıyor…

ABD’nin işgal yönetimine bağlı olarak kurduğu sivil yönetim de, ABD’nin ve müttefiklerinin “Irak’ı yeniden yapılandırma” planlarının zorluklarını ortadan kaldıramıyor.

ABD emperyalizminin işgal ve talan operasyonu biçim değiştirerek sürüyor. ABD ve İngiliz işgalcileri işgal-talan operasyonlarının mali ve maddi yükünü diğer emperyalist büyük güçlerle paylaşmak istiyor.

Savaş öncesi ve sırasında lafta ABD’nin Irak’a karşı giriştiği saldırı savaşına karşı çıkan ve bu yüzden ABD ile karşı karşıya gelen emperyalist büyük güçler, bütünüyle devre dışı kalmamak için, Birleşmiş Milletler’de “işgal gücü ile birlikte Irak’ta yeni bir düzen kurulması ve savaş sonrası Irak’ın imarı”na katılma yönünde tavır takındılar.

ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu karar tasarısı üzerine epey tartışıldı. Başta Rusya, Fransa ve Almanya olmak üzere sözkonusu karar tasarısını onaylamayı reddettiklerini açıklayarak, karar tasarısının değiştirilmesini talep ettiler.

Sözkonusu anlaşmazlık esas olarak ABD’nin Irak’tan askeri gücünü geri çekmesinin belli bir takvime bağlanması ile BM Irak’a “Mavi Bereli” asker gönderirse, komutanın “çok uluslu güç” olan bu güce devredilmesi meselelerindeydi.

ABD emperyalizmi sözkonusu tartışmalar temelinde karar tasarısını bazı noktalarda değiştirerek yeniden BM Güvenlik Konseyine sundu. Sözkonusu tasarıda ama anlaşmazlık sorunu olan noktalarda özde bir değişiklik yapılmadı. Irak’taki yönetimin –hem askeri, hem de sivil– komutası ABD emperyalizminin elinde kalıyor ve işgalin ne zaman bitirileceği konusunda somut tarih verilmiyordu. Yoğun tartışmalar sonrasında Rusya, Almanya ve Fransa karar tasarısından memnun olmadıklarını, ama kendilerinin bazı önerilerinin karar tasarısına alındığını ve BM’nin birliğinin korunmasını istediklerini açıklayarak karar tasarısını onayladılar. Karar tasarısını onaylamalarına rağmen, Irak’a asker göndermeyeceklerini ve önceden sözü verilen maddi yardım dışında herhangi bir yardımda bulunmayacaklarını da açıkladılar. Suriye’nin de onayıyla sözkonusu karar tasarısı 16 Ekim tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde oybirliğiyle onaylandı. BM’nin 1511 sayılı bu kararı, esas olarak BM’nin Irak’a uluslararası silahlı güç gönderme yetkisi vermektedir.

Karar, bunun dışında da Irak Geçici Yönetim Konseyi’nin 15 Aralık 2003 tarihine kadar yeni bir Anayasa için öneride bulunmasını, taslağını hazırlamasını, ardında seçimlerin yapılması planını içeren bir takvim hazırlamasını; daha sonra da –tabii ki ABD’nin tavrına uygun– Irak’ın yönetiminin Iraklılara devredilmesi, işgale son verilmesi vb. sorunları da içeriyor. Sonuçta ABD’nin istediği bir karar daha BM tarafından onaylandı. Şimdi, Irak’ın yeniden yapılandırılmasının maddi giderlerinin pazarlıkları yapılıyor.

Sözkonusu hesaplara göre Irak’ın yeniden yapılandırılması için dört-beş yıllık süreçte 56 milyar dolara ihtiyaç vardır! (Daha önce öngörülen miktar 100 milyar civarındaydı.) Bu miktarın toparlanması için de 23-24 Ekim tarihlerinde İspanya’da –Madrid’de– iki günlük bir konferans gerçekleştirildi.

Sözkonusu konferansa 73 ülkenin temsilcisi katıldı. Bu konferansa paralel olarak da dünyanın hemen her ülkesinden 255 firma ve işveren teşeküllerinin biraraya geldiği toplantılar yapıldı.

Adına “Irak’a yardım” denen bu çabalar gerçekte Irak-Güney Kürdistan pastasının paylaşımının çabalarıdır. Bu paylaşımda pastanın esasını ABD emperyalizmi kapmıştır ve kimseye de kaptırma niyetinde değildir. Irak’ın “yeniden yapılandırılması” için en önemli ihalelerin çoğu, ihaleye bile çıkarılmadan önde gelen ABD tekellerine verilmiş durumda. Halliburton, Bechtel, Kellog, Brown u. Root gibi doğrudan Beyaz Saray’daki yöneticilerle ilişkileri olan tekellerin, ihalelerin üçte ikisini şimdiden kaptıkları yönlü haberler basına yansıyan haberler arasındadır. Bu yüzden de konfransta “yardım” için fazla “cömert” davranılmayacağı belirtiliyordu.

Pastanın geri kalan bölümünün nasıl paylaşılacağı da esas olarak “yardım” miktarına endekslidir… ABD emperyalizmi, “eğer pastadan biraz pay almak istiyorsanız, o zaman Irak’ın yeniden yapılandırılması için önce biraz para yatırın” demeye getiriyor. ABD bu iş için 20 milyar dolar ayırdığını konferans öncesinde açıkladı. Buna göre ABD’nin konferanstan beklentisi 36 milyar doların toplanması idi. Bu miktar aslında emperyalist güçlerin istemesi durumunda, kolay bulacağı bir miktardır. Örneğin Saddam rejiminin devrilmesi öncesinde yürüyen savaşın günlük maliyeti 1.1 milyardı. 23 günlük savaşta harcanan miktar 25 milyar dolardan fazla oldu. 150 binden fazla işgalci gücün günlük giderleri hesaplansa bile, 36 milyar doların çok fazla olmadığı ortaya çıkar. Ama emperyalistlerin hesapları değişik…

Konferansta –ABD’nin 20 milyarı dışında– vaat edilen bağış ve kredi miktarının 18.5 milyar dolar olduğu basına yansıdı. Buna göre ABD’nin beklentisinin yarıdan biraz fazla bir “söz verme” sağlanmış oldu. ABD’den sonra en çok “bağış” ve krediyi verenler Japonya, IMF ve Dünya Bankası oldu.

Emperyalistler, Irak-Güney Kürdistan’ın talanını planlayıp bu talanı kendi aralarında bölüşmenin hesaplarına, “Irak halkına yardım” adını veriyorlar. Irak-Güney Kürdistan halklarına ambargo kararı veren BM değilmiş gibi, şimdi Irak halkının ambargodan ve savaşlardan çok çektiğinden bahsediyor, “yardımsever” kesiliyorlar.

Ne büyük sahtekârlık!

TC’nin hesapları, tezkere ve sonrası…

İşgalci güçlerin başını çeken ABD ve İngiltere’nin “müttefik”lerinden biri de faşist Türk devletidir. ABD Türk devletinden Irak’a asker göndermesi talebinde bulundu ve bu konuda yürüyen pazarlıklar, görüşmeler birkaç ay sürdü.

ABD ile TC arasında yürüyen pazarlıklarda esas olarak mutabakata varıldığı yönünde açıklamalar yapıldı. Bu arada ABD ile TC arasında 8.5 milyar dolarlık kredi anlaşması imzalandı.

Yürüyen pazarlıklarda TC’nin en önemli taleplerinden biri Güney Kürdistan’daki PKK/KADEK’in silahlı güçlerinin silahsızlandırılmasıdır. ABD, buna genel düzlemde evet diyerek, ama bu işi kendisinin yapacağını açıklayarak hem TC ile mutabık oldu, hem de Irak’ta esas söz sahibi olanın kendisi olduğunu ortaya koydu. ABD emperyalizmi “Kürt kartını” istediği gibi kullanmada gayet dikkatli davranıyor.

TC’nin PKK/KADEK’e karşı tavrı dışında da hesapları var. Bunların başında da, “Irak’ın yeniden yapılandırılmasında” yer almak, pastadan pay almak geliyor. Bu yapılanmada yer almadığı koşullarda, Güney Kürdistan’da olası bir Kürt devletinin oluşmasını engellemede de dışlanmış olacak…

Özellikle 1 Mart’taki tezkerenin meclisten çıkmamasıyla ABD emperyalizmi ile bozulan ilişkilerini düzeltmek de bu hesaplar içindedir. Eğer ABD’nin “asker gönder” yönlü talebi yerine getirilmezse ilişkiler daha da kötüleşecek ve ABD ile ilişkilerin bozulması durumunda da, bunun Türk ekonomisine olumsuz yansıması durumu yaşanacak vb. vb.

Tüm bu hesapların çıkış noktası kuşkusuz Türk devletinin ve Türk hâkim sınıflarının çıkarlarıdır. Bu çıkarlar için kendi aralarında iktidar dalaşı içinde olan AKP hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) aynı noktada birleşmiştir.

Bu hesapların yapıldığı ve TSK ile hükümetin bu konuda birleştiği bir ortamda Bakanlar Kurulu, 6 Ekim’de tezkereyi Meclis’e gönderdi ve 7 Ekim’de Meclis’te onaylandı. Oylamaya 543 milletvekili katıldı ve 2 çekimser, 183 red oyuna karşın tezkere 358 oyla kabul edildi.

Bu tezkereye göre hükümet, Genelkurmayla görüşmeler ve ABD ile pazarlıklar sonucu, Irak’a asker gönderip göndermeyeceği, gönderirse ne kadar asker göndereceği vb. konularında karar verme izni–yetkisi almıştır.

Tezkerenin pazarlıkların bitmediği dönemde meclisten geçirilmesi, aynı zamanda AKP hükümeti için ABD’ye güven vermenin, görüşmeleri sürdürebilmenin de gerektirdiği bir adımdır. Askerin gönderilip gönderilmeyeceği yönündeki kararın tezkerenin meclisten çıkması sonrasına bırakılması da aslında ABD ile yürüyen pazarlıklarda elini kolunu bağlamama hesabının gereğidir.

Tezkerenin meclisten geçmesi, “uluslararası meşruiyet”in de açıkça reddedilmesi, ya da buna gerek duyulmaması anlamına da geliyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan bu konudaki tavrını şöyle dile getirdi:

“BM’nin adı var kendi yok. Olsaydı Irak’ta savaşı engellerdi, engelleyemedi. Dolayısıyla BM’nin meşruluk arayışına giremeyiz. Biz meşru diyorsak bu iş meşrudur. Önemli olan Türkiye’nin ulusal menfaatidir.” (Hürriyet, 8 Ekim 2003)

Tezkere ile Irak’a asker göndermenin yolu açıldı ve ABD ile atılacak adımların neler olacağı, ne kadar askerin gönderileceği, hangi ikmal yolu ya da yollarının kullanılacağı vb. konularda pazarlıklar; tezkerenin meclisten geçmesi sonrasındaki bazı gelişmeler nedeniyle yön değiştirdi. Bazı gazetelerin haberlerine göre sözkonusu pazarlıklar Ekim ayı içinde bitecekti… Ama işler öyle yürümedi! Pazarlıklar sürse de, somut görüşmeler şimdilik ABD tarafınca dondurulmuş durumda.

Türk askeri gücünün Irak’a gitmesini Irak halklarının büyük çoğunluğu istemiyor. ABD emperyalizminin yönetiminde kurulan Geçici Yönetim Konseyi de Türk askerini istememektedir. Bu yönetimin Türk askerini istemediğini oybirliğiyle kararlaştırdığı metnin yayınlanmasının ABD tarafından önlendiği de basına yansıdı.

Türk TIR şoförlerine saldırıları, tezkere çıktıktan sonra Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliğine yönelik saldırı izledi ve bu olay Türk askerinin istenmediğine yorumlandı. Ardından yine Irak’ı temsilen konuşan Arap, Kürt, Türkmen, Süryani… her kesimden temsilci, “hiçbir komşu ülkenin askerini” istemediklerini açıkladı. Hatta kimi liderler Irak’a gittiğinde Türk ordusuna karşı savaşacaklarını açıklayarak “cihad” ilan ettiler. Bunlara Barzani’nin Geçici Yönetim Konseyi’nin Türk askerinin gitmesini onaylaması durumunda “istifa” edeceği yönlü tehdit de eklenince, ABD’nin işi daha da zora girdi… Anda yürüyen pazarlıklar, tartışmalar esasında Kürt ulusal meselesi çevresinde dönmektedir.

TC için Kürt ulusal meselesi, özellikle Güney Kürdistan’da olası bir Kürt devletinin oluşması 8.5 milyar dolarlık kredinin imzalanmasına rağmen hâlâ “kırmızı çizgi”dir! Eğer Kürtlerin kendi kendini yönetmesi konusunda daha ileri adımlar atılırsa, bu, TC’ye rağmen gerçekleşmiş olacaktır. Bu tavır temelinde TC, ABD ile pazarlıklar yürütmekte, kendilerinin Irak’a asker göndermediği bir durumda da, bir Kürt devletinin engellenmesini ve KADEK’in silahlı güçlerinin en azından silahsızlandırılmasını, bertaraf edilmesini talep etmektedir.

Güney Kürdistanlı Kürtler açısında da –şimdi hiçbir komşu ülkenin askerinin istenmediği biçiminde formüle edilse de– Türk askerinin Irak’a gitmesi istenmeyen bir şeydir. Eğer Türk askeri Irak’a giderse ve Güney Kürdistan sınırlarını güneyden kontrol etme durumu çıkarsa, o zaman –Güney Kürdistan’da halihazırda zaten varolan Türk askerini saymasak bile– Güney Kürdistan hem kuzeyden, hem de güneyden TC ordusu tarafından sarılmış olacak!

TC’nin olası bir Kürt devletine karşı tavrı bilindiğinde, böylesi bir durum gelecekte de Kürtlere tehdit oluşturacaktır. Barzani ve Talabani’nin Türk askerini istememeleri bu bağlamda gayet anlaşılırdır ve haklıdır da!

TC ile Kürtler arasında seçim yapma durumunda kalan ABD’nin de işi kolay değil. Bir yanda stratejik müttefik, ama 1 Mart’ta meclisten tezkere çıkarmamakla güvenini zedeleyen Türkiye var. Diğer yanda da savaş sürecinde ve sonrasında da güvenilir müttefik olduğunu ispatlayan Barzani ve Talabani önderliğinde Kürtler var. Buna bir de, Irak’ta “güvenliğin sağlanması” sorunu, Türk askerinin gitmesi durumunda, “güvenlik” durumunun daha da bozulacağı olasılığı eklenince ABD işi şimdilik idare ederek çözmeye çalışıyor.

ABD emperyalizminin yetkilileri, en başta Geçici Yönetim Konseyi olmak üzere Irak’tan yükselen tepkileri gözönüne alarak Türk askerini isteme bağlamında ağız değiştirmeye başladılar.

ABD emperyalizmi bir yandan Irak Geçici Yönetim Konseyi’ni ikna etmeye çalışırken, diğer yandan da BM’de alınan kararı devreye sokmaya, Türk askerinin Irak’a gitmesini de BM kararı temelinde kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Irak Geçici Yönetim Konseyi’nin andaki başkanının BM’nin kararı çerçevesindeki bir askeri gücün gelmesini kabul edebileceklerine yönelik açıklaması, ikna olma yönünde gelişmeye işaret etmektedir. Sömürge valisi Bremer ise ABD yönetiminden Türk askerinin gönderilmemesini talep etti. Hatta daha da ileri giderek Washington’un bu pazarlıklara karışmamasını, Türk askerinin Irak’a gidip gitmemesi meselesinin doğrudan Türk hükümetiyle Irak Geçici Yönetim Konseyi arasındaki görüşmelerle çözülmesini önerdi… ABD emperyalizminin temsilcileri arasında da görüşbirliği yok. Kendi aralarında da çelişkileri var.

ABD yöneticilerinin Türk askerini istemeyebiliriz yönlü tavırlarına karşı Türk hükümetinin takındığı tavır ise tam ibretlik!

Tezkere çıktıktan sonra ABD’li ağalarına “biz hazırız, siz Irak Geçici Yönetimini ikna edin” diye açıklamalarda bulunan; Irak’a gidecek askerin ikmal yolu bağlamında da, Kürtlere “saldırırlarsa gösteririz” vb. tehditler savuranların tavrı; müzakerelerin, “önce Iraklıları ikna edelim” denilerek ABD tarafınca durdurulması ve “ABD Türk askerini istemiyor mu” yönlü soruların gündeme gelmesinden sonra “istenmezsek gitmeyiz” tavrına dönüştü.

“Kasımpaşalı”lığını yine gösteren Tayyip,

“Stratejik müttefikimiz ABD istedi diye bu tezkere çıktı. İstenmiyorsak gitmeyiz. ABD belki BM kararını bekliyordur. Karar onların. Arzu edilmezse gitmeyiz. Bizim olmazsa olmaz gayretimiz ve kararımız yoktur.” (Hürriyet, 19 Ekim 2003) diye tavır takındı.

Bu tavrı takınanlar, Irak Geçici Yönetim Konseyi’nin ABD tarafından atanması gerçeğine değinerek, bu yönetimin meşru olmadığını, muhataplarının ABD olduğunu da sık sık vurguluyorlar!

Alıntıdaki tavrı kuşkusuz ki değişik açılardan yorumlamak mümkün. Ama bu tavır bir yanıyla, ABD emperyalizmine bağımlılığın itiraf edilmesidir. Bu itiraf kuşkusuz bu kadar açık olduğu için “milli gururları” rencide olan Emin Çölaşan gibilerini rahatsız etti. Ama bu itiraf işin sadece bir yanını ortaya koymaktadır.

İşin diğer yanı ise, Irak’a asker göndermenin aynı zamanda TC’nin, Türk hakim sınıflarının çıkarları gereği olduğu gerçeğidir. Erdoğan’ın yukarıdaki açıklamasını yaptığı gün, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, bir Yunan gazetesine açıklama yaptı. Hilmi Özkök, Irak’a “sadece ABD için gitmeyiz” diyerek işin diğer yanını ortaya koyuyordu.

Gelinen yerde, ABD’nin TC’den zaman istediği yönlü haberlerle birlikte, yine Başbakan Erdoğan’ın

“Irak halkı için bu riski üstlenmeye hazırız, ama asker göndermezsek bu riskten kurtuluruz. Irak’a asker göndermemek Kuzey Irak’taki gelişmelere kayıtsız kalacağımız anlamına gelmez”

yönlü açıklaması medyaya yansıdı. Böylece “Kuzey Irak” dedikleri Güney Kürdistan’a karşı tavırları bir kez daha açıkça dile getirildi. ABD’nin Irak’ın “yeniden yapılandırılmasında” Kürtlerle de işbirliği Türk hakim sınıflarının uykularını kaçırıyor… Onlar sürekli tetikte bekliyor!

Bu arada BM’nin aldığı karar TC’nin de işine gelmektedir. Her ne kadar tezkerenin meclisten geçirilmesiyle böylesi bir karara ihtiyaç duymadıklarını ima etseler de, işlerini kolaylaştırdığı noktada bu kararın en yağız savunucuları olmaktan da geri kalmayacakları açıktır…

Gelişmelerin hangi yönde olacağını önümüzdeki süreçte yürütülecek pazarlıkların sonucunda göreceğiz. İster asker gönderilsin, ister gönderilmesin açık olan bir şey var: TC’nin Kürt, Kürdistan düşmanlığı sürüyor!

Güney Kürdistan, KDP VE YNK

TC’nin Güney Kürdistan’da olası bir Kürt devletinin kurulmasını engelleme amaç ve çabaları, aslında ABD’nin de andaki genel yaklaşımıyla örtüşmektedir. Yani ABD de bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını istemiyor.

Saddam rejiminin yıkılması sonrasındaki gelişmeler ve kurulan Geçici Yönetim de bunu gösteriyor. Güney Kürdistanlı Kürtler de, en başta Barzani ve Talabani önderliğindeki KDP ve YNK de, “gönüllerinde bağımsız bir Kürdistan”ın yattığını yer yer açıklasalar da, “gerçekçi olma” adına bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını savunmuyorlar.

Anda savundukları şey, ABD’nin planına uygundur. Irak’ın “bütünlüğü” korunarak, merkezi hükümette temsil edilme ve bir tür bölgesel özerklik, anda oluşturulmak istenendir. Bu çerçevede yer yer dile getirilen federasyon talebi de işin özünü değiştirmiyor.

Bu duruma bakıldığında, KDP ve YNK’nin ABD’nin planını kabul ettiği ve bu işgalci güçlerle işbirliği yaptığı karşımıza çıkmaktadır.

Kuşkusuz Saddam rejiminin yıkılması sonrasındaki bu durum, Kürtlerin yönetimde söz sahibi olması bağlamında önceki döneme göre daha iyi bir durumdur. KDP ve YNK savaş dönemi öncesi, sırası ve sonrasında ABD emperyalizminin “güvenilir müttefiki” olduklarını göstermiş ve avantajlı duruma gelmişlerdir.

KDP ve YNK başta olmak üzere Güneyli Kürt örgütlerinin Türk askerinin Irak’a gitmesine karşı olması, yer yer “gelirlerse savaşırız”, ya da Barzani gibi Geçici Yönetim’den istifa etme tehditleri kamuoyunun yanlış yönlendirilmesine de hizmet etmektedir.

Öyle ki, Türk askerinin gitmesine karşı çıkmaları, yer yer genel olarak “işgalci güçlere” karşı tavırmış gibi görülüp gösterilmektedir. Kuşkusuz Türk askerinin Irak’a gitmesine karşı olmak, doğru ve haklı bir tavırdır. Ama bu tavır, kendisini en iyi halde “komşu ülkelerin asker göndermesine” karşı olan bir tavır olarak göstermektedir. Bu tavır, genel olarak işgalcilere, işgalci güçlere karşı bir tavır değildir!

Bu siyaset temelinde, yani küçük haydutlara karşı çıkıp büyük haydutlarla işbirliği yapmakla, Barzani ve Talabani’nin son dönemde sık sık dile getirdikleri özgür ve demokratik bir Irak hedefine de varılamaz!

En başta belirtilmesi gereken şey, Irak’ı işgal eden gücün ABD emperyalizmi ve müttefik güçler olduğudur. İşgale karşı olmak isteniyorsa, tüm bu işgalci güçlere karşı olunması gerekiyor.

Bunun da ötesinde, artık Türk hakim sınıflarının temsilcilerinin de sık sık ağızlarına aldığı gibi, zaten anda Güney Kürdistan’da Türk askeri gücü bulunmaktadır. Sayısının ne kadar olduğundan bağımsız olarak, bu bir olgudur. Eğer Türk askeri Irak’a istenmiyorsa, o zaman bu tavır Türk askerinin Güney Kürdistan’dan çıkarılması için mücadele tavrıyla birleştirilmelidir. Yani Türk askerinin istenmemesi bağlamında da kitlelerin bilinci karartılmaktadır.

Bir yandan ulusal bağımsızlıkçı görünmek, ama aynı zamanda ulusal bağımsızlığı ayaklar altına alan işgalci güçlerle işbirliği yapmak! İşin en kötü yanı da, bu işbirlikçiliğin “yüksek siyaset”, “çelişkilerden yararlanma” adına kitlelere yutturulmaya çalışılmasıdır.

Bu siyasetin küçük hayduta karşı büyük hayduttan yana olma, ona güvenip bel bağlama siyaseti olduğu ve bunun Kürdistan’ın özgürlüğünü, Kürt ulusunun gerçek kurtuluşunu sağlayacak bir siyaset olmadığı Güney Kürdistanlı işçilere, emekçilere kavratılmalıdır. Kuşkusuz ki bu görev, devrimcilerin, komünistlerin görevidir.

Emperyalistlerden, sömürgecilerden, işgalcilerden ezilenlere dost olunmayacağı, egemenleri ilgilendirenin onların kendi çıkarları olduğu; çıkarları gerektirdiğinde Kürtleri –tarihte birçok kez olduğu gibi– yine satmaktan geri durmayacakları bilinçlere kazınmalıdır.

ABD ile TC arasında yürüyen pazarlıkların Kürtlerin lehine sonuçlanacağının hiçbir garantisi yoktur.

KADEK’in silahsızlandırılması

KADEK’in silahlı güçlerinin silahsızlandırılması konusunda tarafların görüşünde esasında bir değişiklik yok. TC, ABD ile pazarlıklarında KADEK’e karşı tavrını sürekli gündeme getirmekte, gücü yetse hemen saldırıya geçip yok etmeyi düşünmektedir. Irak-Güney Kürdistan’ın andaki esas hakim gücü ABD’ye karşın böylesi bir saldırı harekâtına girişemediği için de, kendi yapmak istediğini ABD’den talep etmektedir. “Pişmanlık yasası”nın işe yaramadığının ortaya çıktığı yerde, TC’nin bu talep için çabaları daha da yoğunlaştı. Dışişleri Bakanı Gül, “biz asker göndermesek de KADEK’i yok edin” talebinde bulundu. Bu yönlü talepler, açıklamalar hemen her TC temsilcisinin ağzından duyulmaktadır. Kısaca söylenirse, TC, sömürgeci, faşist yüzünü sergilemeye devam ediyor. Kürt, Kürdistan düşmanlığını sürdürüyor.

Stratejik müttefiki ABD ise, TC’nin KADEK’e karşı tavrına “gereken yapılacaktır” diye cevap vererek bu konuda TC ile mutabık kaldığını göstermektedir. Bunu yaparken de, TC’ye Irak-Güney Kürdistan’da söz söyleme hakkına sahip gücün kendisi olduğunu, ABD’nin izni olmadan TC’nin herhangi bir operasyon yürütmesinin mümkün olmadığını, yürüttüğünde de ABD’yi karşısında bulacağını gösterdi… İşin ilginç olan yanı ise, ABD’nin KADEK’in silahsızlandırılması konusunda “gereken yapılacaktır” sözünü vermesine rağmen, herhangi yazılı bir garanti vermemesidir.

ABD de KADEK’in Güney Kürdistan’da silahlı güç olarak varlığını korumasını istemiyor. KADEK’i silahsızlandırmaktan yana. Fakat, bu silahsızlandırma işini mutlaka askeri saldırı ile gerçekleştirme diye bir planı yok. Eğer KADEK silahsızlandırmaya karşı çıkıp çatışmayı göze alırsa, o zaman ABD için silah zoruyla KADEK’i silahsızlandırma gündeme gelebilir. Yani tüm seçenekler mümkündür, ama andaki seçenek esas olarak görüşmeler temelinde KADEK’in Güney Kürdistan’daki silahlı güçlerinin silahsızlandırılmasını sağlamaktır.

Saddam rejiminin yıkılması sonrasındaki dönemde resmi devlet sınırları olarak Irak’a bakıldığında en sakin ve güvenlikli bölgenin Güney Kürdistan olduğunu hemen hemen herkes kabul etmektedir. Böylesi bir durumu ortadan kaldıracak bir harekât, anda ABD’nin işine gelmemektedir. Kuşkusuz bu, bu yönlü bir harekâtın olmayacağının garantisi değildir.

KADEK’e ABD’nin saldırısı, esas olarak KADEK’in silahsızlandırılmaya karşı tavrına bağlıdır. Bu temelde soruna baktığımızda, KADEK de esas olarak silahsızlanmadan yanadır. Fakat bu silahsızlanma adımını atması için TC’den genel af istemektedir. Hangi şartlarda silahsızlanılacağı konusunda KADEK ile TC arasında farklı yaklaşım var. Çelişki bu bağlamda esas olarak KADEK ile TC arasındadır. KADEK ABD’ye karşı değil, ABD ile işbirliğini sağlama amacındadır. Bunun için görüşmelerin yürütüldüğü haberleri kamuoyuna da yansıdı.

Geçen sayımızın yayınlanmasından sonraki dönem, KADEK’in tavrından bazı değişiklikler olduğunu bir kez daha gösterdi. KADEK Genel Başkanlık Konseyi üyesi Osman Öcalan, Ekim ayı başında Medya-TV’ye yaptığı açıklamada, “KADEK ABD ile Kürtler arasında yeni bir sayfa açmak istiyor” açıklamasını yaparak TC’nin ABD’ye ihanet ettiğini söyledi. Devamında da şunu vurguladı:

“Türkiye eğer ABD’ye dostluk yapmak istiyorsa Kürtlerle diyaloga geçmelidir. KADEK’e saldırmak ABD’nin çıkarına değildir.”

Osman Öcalan KADEK’e saldırının neden ABD’nin çıkarına olmadığını da, böylesi bir durumda “tüm Kürtlerin ABD karşıtı” olacağı görüşüyle açıklamaktadır. Benzeri bir açıklama yine Başkanlık Konseyi üyesi olan Murat Karayılan tarafından yapıldı. Almanya’da yayınlanan Özgür Politika gazetesinin aktarımına göre Karayılan;

“ABD’nin Saddam’ı yıkmasının Kürtler açısından olumlu bir gelişme olarak görüldüğünü ve sempatiyle karşıladıklarını, Kürtlerin ABD ile dost olmak istediğini ifade etti…” (7 Ekim tarihli gazeteden)

Evet, kısaca KADEK’in ABD’ye karşı tavrı, onunla dost olmak diye ifade edilen işbirliğine gitmektir. Bunun savaş öncesi ve sırasında gerçekleşmemiş olması KADEK’in tavrı nedeniyle değil, ABD’nin böylesi bir işbirliğine ihtiyaç duymaması, TC’yi karşısına almak istememesi nedeniyledir. Saddam rejiminin yıkılması sonrasında ise ABD, KADEK’i de elinde bir koz olarak kullanma yaklaşımını göstermektedir.

KADEK’in ABD ile dost olabilmesi için tabii ki değişmesi gereken KADEK’tir, ABD değil. KADEK ne kadar ABD’nin istediği yönde değişirse, o kadar da ABD ile dostluk sağlamış olacaktır.

Bunun adımları hızlı biçimde atılmaktadır. Ekim ayı içindeki gelişmelere kısaca bakıldığında KADEK yeni bir “yeniden yapılandırma”ya gitmekte, olağanüstü kogre hazırlığı yapmaktadır.

Bu “yeniden yapılanma” adımları, Kuzey Kürdistan’da “Partiya Rizgariya Demokratîk”in (PRD) (Demokratik Kurtuluş Partisi) kurulmasıyla hızlandı. Kendisini “Serhildan Hareketi” olarak da niteleyen PRD, şu açıklamayı yaptı:

“PRD, KADEK’in Kürdistan’ın dört parçasında yürüttüğü demokratik, meşru mücadeleyle Kürt sorununun özgür birlik temelinde çözümünün Kuzey Kürdistan ve Türkiye ayağının pratikleşme gücü olacaktır.” (Özgür Politika, 10 Ekim 2003)

Genel olarak bakıldığında PRD’nin KADEK’ten daha geri düzeyde bir hedefe ve siyasete sahip olduğu tespit edilmelidir. PRD ile atılan adım, Halk Savunma Kuvvetleri’nin (HPG) II. Konferansı’nda alınan “özerkleşme” kararıyla devam etti… Buna göre, gelinen yerde askeri ve siyasi çalışmalar birbirinden ayrılmalıydı… Sözkonusu konferansta HPG’nin örgütsel durumu ele alınmış. “Özerkleşme” kararı alan HPG, konferansta şunu da kararlaştırmış:

“Konferansımız, meşru savunma çerçevesindeki şiddetin meşru, yerinde ve yasal olduğu sonucuna ulaşmış, bunun dışındaki her türlü şiddet anlayışını hangi ad altında olursa olsun ister devlet, ister örgütler tarafından yürütülmüş olsun terör kapsamında değerlendirmiş ve terörizmin mahkum edilmesini karar altına almıştır.” (Özgür Politika, 11 Ekim 2003)

Bu açıklama, terörizmi mahkum etme bağlamında yeni olmasa da, esas olarak ABD’ye, “bize saldırılmadığı sürece, biz silahlı eylem yapmayacağız” yönünde verilmiş bir garantidir.

Bu adımların atıldığı dönemde KADEK yöneticilerinin açıklamalarında örgütsel değişikliklere gidileceği, “örgütsel reform”lar yapılacağı yönlü açıklamalar da çoğalmaya başladı.

25 Eylül–4 Ekim tarihlerinde 4. Konferansı’nı gerçekleştirdiği söylenen Özgür Kadın Partisi de (PJA) “yeniden yapılanma” adımları atacağını açıkladı. Bu açıklamalarda “Demokratik ve Ekolojik Toplum” savunusu merkeze kondu ve değişimin gerekliliği vurgulandı.

Güneybatı Kürdistan’da da “Partiya Yekitiya Demokratik”in (PYD) (Demokratik Birlik Partisi) kuruluşu ilan edildi. Bu parti de KADEK’in “Güneybatı Kürdistan ve Suriye ayağının” gücü olmayı hedeflemektedir.

Güney Kürdistan’da daha önce kurulan Demokratik Çözüm Partisi de bunlara eklenince KADEK’in planının ne olduğu aşağı yukarı ortaya çıkmaktadır.

Başkanlık Konseyi üyesi Murat Karayılan’ın KADEK’in olağanüstü kongre ile örgütsel değişime gidileceği yönündeki açıklaması da gözönüne alındığında, daha geri düzeyde bir örgütlenmeye gidileceği açığa çıkmaktadır. Karayılan şunları söylüyor:

“Tam demokratik bir örgüt gerekiyor. Katılımın olduğu yetkiyi halkla paylaşan bir örgüt. Elbette yine öncü olacak. Ama öncü ideolojik, siyasi öncülük yapacak. Öncü ‘her şey benden geçer’ derse o zaman bunu tıkatır.
Bunun için Başkan Apo’nun şimdi üzerinde durduğu ve geliştirdiği görüş ne devletleşmeyi hedefleyen ne de devlete karşı olan örgütlenme.
KADEK değişecek, eskisi gibi olmayacak ve halk kongresi olacaktır.” (Özgür Politika, 19 Ekim 2003)

Gelişmelere ve bu açıklamalara bakıldığında, KADEK’in “yeniden yapılanması”, “örgütsel reform”a gitmesinin gerçekleştirileceği; ve bunun aslında sisteme daha fazla entegre olma anlamına geleceği açığa çıkmaktadır. KADEK, silahsızlandırma işini “örgütsel reform” ile çözmeye çalışmaktadır. Tümüyle silahları bırakmamasının esas nedeni ise, TC’ye karşı pazarlık gücünü elinde tutma hesabının gereğidir.

Bu gelişmelere bakıldığında ABD’nin andaki durumda KADEK’e saldırmasını gerektiren özel bir neden yoktur aslında. Hatta, KADEK güçlerinin Doğu Kürdistan’a ve Güneybatı Kürdistan’a yerleşmesinin uzun vadede ABD’nin İran ve Suriye’ye karşı siyasetinde kullanılacak bir araç olma olasılığı bile vardır. KADEK yetkililerinin “ABD bize saldırmayacak” yönlü açıklamaları boşuna değildir…

Yazımızı geçen sayımızda yaptığımız şu tespitlerle bitirelim:

“Tüm bu gelişmeler, gerek Güney Kürdistan’ın, gerekse de Kuzey Kürdistan’ın bağımsızlığı ve bu hedefle mücadelenin sürdürülmesi bağlamında KDP ve KYB’nin tavırları ile KADEK’in tavırlarının, emperyalist ve sömürgeci güçlerin çizdiği çerçevenin dışına çıkmadığını; bu siyasetlerle de Kürt ulusunun özgürlüğünün, Kürdistan’ın bağımsızlığının kazanılamayacağı gerçeğini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Gerçek anlamda bir barış, özgürlük isteyenler, emperyalizme ve her tür gericiliğe, yerel gerici sömürgeci güçlere karşı devrim mücadelesi yürütmek zorundadırlar.

Evet, işgalci tüm güçler Irak-Güney Kürdistan’dan defolun! Faşist Türk ordusu Kürdistan’dan defol! vb. şiarlar temelinde, işgalcilere, sömürgecilere, emperyalistlere karşı mücadeleyi, devrim mücadelesini yükseltmek günün görevidir.

Bilinmelidir ki, gerçek barış ve özgürlük, ancak emperyalist cenderenin parçalanmasıyla, devrimle mümkündür!”

25 Ekim 2003 •

Home